|
|||
![]() |
Köprüler ve Çamurlu Sular | ||
Yusuf ALİOĞLU | |||
Telefondaki ses, uzunca bir koridorun sonundan gelen boğuk, hırıltılı, derin ve isteksiz bir cevap gibiydi. Sormadıkça konuşmuyor, konuşmasına kısa cümlelerle adeta tasarruf tedbirleri uyguluyordu. Arkadaşının ilgisizliği, soğuk ve mesafeli duruşu tüm heyecanını kırmıştı. Muhatabının ağzından neredeyse dilekçeyle laf alıyordu. Hele satılmamış tampon mal misali kullandığı seri sonu kelimeler isteksizliğini iyice öne çıkarıyordu. Oysa büyük bir özlem ve karşı konulamaz bir heyecanla tuşlara dokunmuş, yılların şahidi bir sesi kulaklarından kalbine misafir etmek istemiş, kurumaya yüz tutmuş hatıra coğrafyasını bu sesin bereketi ile sulamak, yeniden yeşillendirmek istemişti.
Hatların yoğunluğu, mekanik problemler, günlük meşguliyetler, aradan geçen uzun yıllar gibi yumuşatıcılara sığınarak kendini bir daha tanıttı:
‘Benim, İsa. Liseden sınıf arkadaşın.’
Diyalogun daha doğrusu monologun öbür yakasında duran ve yaşananları zaman kaybı kıvamında karşılayan ses tonu isteksizlik denizine demirlemiş bir makine gibi süreci yavanlaştırıyordu.
Etrafına neşe saçan, o tebessüm bahçesi, o muhabbet şelalesi, o insan canlısı arkadaşına ne olmuştu böyle? Neredeyse ‘tanıyamadım’ deyip kapatacaktı telefonu.
Pişmanlık ve ısrar kutupları arasında defalarca gidip geldi. Bu çaldığı kaçıncı gıcırtılı kapıydı? Yaşadıklarının anlamı neydi? İnsanlara neler oluyordu böyle? Bu köprünün altından da mı çamurlu sular akmıştı? Yoksa onu da mı tatlı zehirli sulara alıştırmışlardı?
Birden kabus senaryosu gibi diğer örnekleri hatırladı. Evet, şairin dediği gibi ‘onlar hep benziyordu biribirilerine’. İlçe hastanesine müdür olan sınıf arkadaşı da müdürcülük oynamamış mıydı? O saf, o temiz, o su gibi berrak sima gitmiş; yerini, bürokrasinin kalın çizgilerinin ana alter olduğu, mevzuat bombardımanının hayalet şehirlere dönüştürdüğü, hukuk boşluklarını ‘benim memurum işini bilir’ halleriyle kucaklamış sıradan, basit, mazota bulanmış keçe gibi bir surat almıştı.
Güneşin doğuşunun ve batışının ya da akrep ve yelkovanın biteviye salınımının ikisi açısından anlam farklarıyla dolup taştığını fark ettiğinde ilk vurgunu yemişti. Ziyaret ettiği müdür odasında geçmişi yad etmek ve bazı öğrencilerin ve öğretmenlerin repliklerini tekrarlamak istediğinde baltayı taşa vurduğunu anlamıştı. Burası önemli bir makamdı zira. Konuşmalarına zinhar dikkat etmeliydi. Müdür beyin arkasına konumlandığı masa Cebrail’in kanatlarından bir yansıma gibiydi. Duvarları süsleyen ve aslında birer yağlı peyke gibi duran mevzuat çerçeveleri kudretli devletin sınırsız gücünden birer nefes gibiydi. Yüzlerce evrak imzaya geliyor, dosyaların biri dolup biri boşalıyor, dolaplara sığmayan klasörler sağa sola sıralanıyor, büyük meblağlı ihale ilanları yazılıp çiziliyor, odaya girip çıkan memurlar türbenin dallarına çaput bağlayan kadınlar ve genç kızlar misali soruyor ve cevap veriyor, diğer kurumlarla bitmeyen telefon trafiği de ne kadar önemli bir meşguliyet içinde olduğunu gösteriyordu.
Birden ünlü bir psikoloğun, ‘içinizdeki çocuğu daima canlı tutun’ sözünü hatırladı. Bu gözlerle etrafa yeniden bir bakış attı. Bulamadı bulmayı ümit ettiği bulunmazları. Çocuk yanlarımızın riyasız, samimi, hesapsız, kitapsız içtenliği bu odalarda tükenmişti maalesef. Lüks ciltli, kalın kitapların ruhaniyetinden eser yoktu bu yerlerde. Kırların rengarenk çiçekleri, dağların hayat sunan güzellikleri çekmecelerden taşan kırtasiye malzemelerinde tükenmişti. Çocukluğun besleyip büyüttüğü iffet duygusu bu duvarların dibinde bekaretini kaybetmişti. Vekil beyin danışmanından aldığı telefonla yüzünün rengi değişen, soluk alış verişleri hızlanan, neredeyse telefonda ceketinin düğmelerini ilikleyen müdür beyin ilgi pusulası başka yönleri gösteriyordu artık.
Birden toparlandı. Sesini yenilemese karşıdakinin varlığı belli olmayacaktı. Diyalogu sürdürmenin anlamı yoktu artık. Zira muhatabını etkileyecek bir aşiret, tarikat, ticaret ya da siyaset sermayesi yoktu. İsminin önünü süsleyen bir titr de biriktirememişti. İktidar iksirinden koklamamış, kralın sofrasına kurulmamış, şehirleri yağmalayan çetelere yakın durmamış, sırtını bir yerlere yaslama gereği duymamıştı. Seyyar satıcıların ürünlerine asla itibar etmemiş; çok ağlayandan, çok gülenden ve çok bilenden ısrarla uzak durmuştu. Kitabı anlatılara, pratiği bilgiçliklere, sükuneti şiddete, müstakil duruşu göbekten bağlılıklara tercih ettiği için nereye gittiği bilinmeyen trenleri hep kaçırmıştı.
Ama şimdi; büyük fay hatları üzerine umarsızca kurulmuş ve her an binlerce sosyal deprem yaşayan bu sosyoloji, bir ibret vesikası misali eşyanın boyutlarını öğretiyordu. Okumak isteyenler için ne müthiş göstergeler, ne muazzam belgeler sunuyordu.
Anladığı kadarıyla; bir antikacı gibi biriktirdiği, bir nakkaş gibi süslediği, bir aktar gibi güzel kokular sürdüğü hatıra arşivinin pek de alıcısı yoktu. Bir sancının vücuda ilk girmesi gibi apayrı bir his, apayrı bir duyumsama olan kardeşlik, dostluk ve arkadaşlık korkunç bir irtifa kaybederek anlam kaybına uğramıştı. Kulaklarında şairin, ‘Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti’ sözleri çınladığında bir kez daha diyaloğu sürdürmenin anlamsızlığına karar vermişti.
Kıytırık ilişkilerin ve değersiz birikimlerin kirlettiği bir sayfayı daha buruşturarak hatıra defterinden koparttı ve köpek yavrularının oynaştığı devlet çöplüğüne attı.
Su kuyusuna yolladığı kovası kavruk çöl kumlarıyla geri dönmüştü. Oysa bir Yusuf’la müjdelenmeyi ne çok isterdi.
‘Kıymetli zamanınızı daha fazla almayayım.’ diyerek telefonu kapattı. |
|||
Etiketler: Köprüler, ve, Çamurlu, Sular, |
|