|
|||
![]() |
Batı’da Şehir Tarihçiliği | ||
Yusuf ALİOĞLU | |||
Batıda 18. ve 19. yüzyıllarda yaşanan çok yönlü değişim ve dönüşüme bağlı olarak şehir algısında ve şehirlerde de bir hareketlilik gözlenir.
İktidarı rahiplerden ve soylulardan devralan aydınlanma aklı, antik zamanların şehirlerini yeni dönemin referansı olarak benimser ve Atina kenti ile Roma Cumhuriyeti örnek alınarak Helenistik şehir formu güncellenir.
Şehirleşmenin tarihini kendisiyle başlatan bu akıl, Atina özelindeki şehir kurgusuyla birlikte batılı şehirlerin rasyonelliğini ve birlikteliğini, doğulu şehirlerin ise irrasyonelliğini ve dağınıklığını işleyerek şehre dair her alanda egemenliğini pekiştirmeye çalışır.
Oysa başta not etmek gerekir ki:
Bazı kaynaklara göre tarihte bilinen ilk şehirleşme MÖ 4400’lü yıllarda Suriye, Filistin, Mısır ve Mezopotamya’da başlamıştır. Başka bir araştırmaya göre Anadolu’da Çatalhöyük’ün milâttan önce 6800 yıllarına varan bir şehir yerleşimi olduğu söylenir.[1] Diğer bir görüşe göre ise ilk şehirler MÖ 3500’lü yıllarda Mezopotamya’da ortaya çıkmıştır.[2]
Ünlü arkeolog Gordon Childe’e göre MÖ 3000 yıllarında Mısır, Mezopotamya ve İndus Vadisinde kentsel devrim gerçekleşmiştir. Benzer şekilde İngiliz antropolog Jack Goody’ye göre şehir kültürü MÖ 3000’li yıllarda Orta Asya’da görülmüştür.[3] Max Weber’e göre de MÖ 5. asırda Akdeniz kıyıları ile Fırat kenarında şehirler varlık göstermiştir.
İkinci bir not olarak da şunu belirtip konumuza dönelim. Avrupa’daki köklü değişimlerin arkasında farklı yollarla Avrupa’ya ulaşan başta Arapça olmak üzere klasik metinlerin yeniden ele alınması ve bunların hayatın her alanında yoğun biçimde kullanılması görülmektedir.[4] Ayrıca Sicilya ve Endülüs tecrübesi, Haçlı Seferleri, Akdeniz Limanları ve buradan kıtanın içlerine uzanan ticaret yolları, tarımdaki gelişmeler gibi bileşenler de bu sürecin diğer faktörleri olarak başlık halinde anılabilir.
Üretim ve tüketim ilişkilerinin yeniden tanımlandığı Sanayi devrimi sonrası kırdan kente göç, nüfus artışı, iş bölümü, uzmanlaşma ve artan kent sayısı batıdaki şehirleşme sürecinin öne çıkan maddi göstergelerindendir. Aynı dönemde şehir nüfusu büyük oranda artmış; örneğin Londra nüfusu 900 binden 4,5 milyona[5] yükselmiştir.
Köklerini antik Yunan ve ‘Polis’ tecrübesinden alan bu süreç, arkaik ve modern birçok parametre ile kurguladığı kentleşme sürecinde her coğrafyada olduğu gibi tarihi ve kültürel birikimden etkilenmiştir.
Şehirlerin teknik kapasitesi, fikir dünyası, yetiştirdiği önemli isimler ve sonraki çağlara taşıdığı maddi varlıklar bu etkileşimi yönlendiren temel dinamikleridir.
Bu olgu üzerine yoğunlaşan Amerikalı yazar Lewis Mumford, “Her nesil, inşa ettiği binalara biyografisini yazar” sözüyle şehirlerin, bünyesindeki yapılar aracılığıyla bir çeşit toplumsal arşiv tuttuğunu vurgular.
Batıdaki şehirleşme sürecinde; şehir ve iktisadi hayat, şehrin yönetimi, şehrin demografik yapısı, şehirdeki etnik ve dini gruplar ile şehirli olma bilinci ve kültürü gibi konular öne çıkar.
İkinci Dünya Savaşından sonra dünyanın yeni siyasal kompozisyonu ve zamanın ruhu doğrultusunda şehirlere, sosyal, iktisadî, politik ve fiziksel açıdan değerler yüklenmiştir. Gündelik hayatın, siyasetin ve kültür dünyasının önemli bir öznesi olarak öne çıkan şehirler, 1960’lı yıllardan sonra bilimsel bilginin ve disiplinler arası ilişkilerin de konusu olmuştur.
Batıda artık bir disiplin olarak görülen şehir tarihçiliği, ülkemizde maalesef bir ‘ilgi alanı’ olarak varlığını devam ettirmekte[6] ve yeterli akademik ilgiyi görmemektedir.
Günümüzde birçok araştırmacı, şehri tarihten, antropolojiden, sosyolojiden, mimari müktesebattan, siyasal bilinçten, dinsel ve etnik aidiyetten, iktisadi yoğunluklardan bağımsız okumanın yanlış olacağını söylemektedir. Gerçekten de şehirdeki maddi varlığı, şehrin çok yönlü kapasitesinden bağımsız olarak tikel bir okumaya tabi tutmak eksik bir analiz olacaktır.
Dolayısıyla şehre ait herhangi bir öğeyi anlamaya çalışırken; şehrin biyografisi, tekamül evreleri, beşeri kurumları, şehirlinin mekan tasavvuru ve şehrin kırılma anları gibi röper başlıklar göz ardı edilmemelidir.
Şehir tarihçiliğinde 1980’lere kadar hakim olan yapısalcı ve antropolojik bakış, 1990’lardan sonra postmodern bir eğilim ile dilbilimsel ve göstergebilimsel yönelimlere kaymıştır.[7]
1960’lara kadar şehirlerde genellikle mimarî çalışmalar ve siyasî boyut öne çıkarken, 1990’lardan itibaren şehirlerdeki yapılar inşa edenleriyle, mekanlarıyla, içerdiği sembollerle, temsil ettiği sosyal, iktisadî, idarî, dinî ve etnik bağlamları ile değerlendirilmiştir.
Bir tür paradigma değişimi olarak değerlendirilebilecek bu süreçte; gündelik hayat, kamusal ve özel alanların yapısı, şehir imgesinde gösterilen siyasî güç gibi kavramlar öne çıkmıştır. Uğur, bu listeye ‘şehir hafızası ve toplumsal hafıza’ gibi konuların da eklenmesi gerektiğini söyler. Başka yazarlar ise bu listeyi, ‘iktidar, patronaj, temsil, sosyal kontrol, şehir kimliği, bölgeler, mekânın kullanımı ve gündelik hayat’ gibi başlıklarla genişletmektedir (Nancy Stieber).
Batıda şehir tarihçiliği son yarım yüzyılda bu kulvarda ete kemiğe bürünürken kaynak konusunda da yeni gelişmeler yaşanmaktadır. Örneğin anıların ve fotoğrafların birer belge olarak nasıl okunmasına dair yöntem ve tekniklerin gelişmesi ve yaşayan tanıkların paylaşımları da şehir tarihçiliğine ayrı derinlik katmaktadır. Ayrıca bilgisayar eşliğinde yapılan üç boyutlu teknolojik çalışmalar da sürecin hızını artırmaktadır.
Batıda şehir tarihçiliği disiplin düzeyinde ilerleme kaydederken, Batı merkezli paradigmanın hâlâ belirli ‘zaman ve mekan algısı’ ile sınırlı kalması, ulusal sınırların ötesine geçememesi ve Batı dışı toplumları dışlaması, öteki olarak görmesi önemli eleştiriler almaktadır.
Avrupa merkezli bakış açısıyla şehirleşme tarihi çalışan Max Weber’in Doğu ve Batı şehirlerini birbirinin ötekisi olarak konumlandırması da bu eleştirler envanterine eklenmelidir. Weberci yaklaşımda doğu şehirleri, Batı şehirlerinin dezavantajlı, geri kalmış, irrasyonel, geleneksel ötekisi olarak işlenir.[8]
Weber’e göre doğu şehirlerinde ‘bağımsız şehir yönetimi’, ‘özerk burjuva’ ve ‘toplumsal dayanışma’ gibi unsurlar bulunmaz. Bunların yerine ‘ata kültü’, ‘yaşlıların yönetimi’ ve ‘klan yapıları’ hâkimdir. Nesnel tespitlerden çok bir paradigmanın şehir özelindeki öznel dışa vurumu olarak okunabilecek bu tasnif, Doğu ve Batı şehirleri arasında bir tür hiyerarşi tesis ederek literatüre eleştiriye açık katkı sunmuştur.
Aslında Weber’den önce bir ilerleme hikayesi olarak Hegel’de de egemenlik ve siyaset konuları bağlamında Doğu ve Batı’yı karşıt iki kategori olarak konumlandırmayı görmüştük.
Tarih felsefesindeki tarih ve tarih-dışı ayrımı bu bakışın büyüdüğü düşünce rahmi ya da Kant’ın deyişiyle çocukluktan çıkış olarak değerlendirilebilir.
Düalist tasavvurdan beslenen doğu-batı kavramsallaştırmasının bu konuda da emperyal güdülerle bir kavrayış tesis ettiğini ve Bauman’ın deyişiyle, uzlaşmaz biçimde farklılaştırılmış iki kutup yaratarak biz ve öteki arasında duygusal mesafe, güvensizlik, kuşku, korku ve çatışma temelinde bir ilişki yarattığı[9] söylenebilir.
Bu noktada Metin Kunt’un şu tespiti batılı buyurgan aklı tanıma açısından yerinde olacaktır:
“Avrupalıların dünyaya açılmaya başladıklarında edindikleri bir adetleri var. Yeni tanımaya başladıkları toplumları ve yerleri, herhalde daha kolay algılayabilmek için aşina oldukları örneklere benzetirler. Şehirlerden söz ederken örneğin ‘Balkanların Paris’i Bükreş’ gibi ifadeler kullanırlar…”[10]
Özetle;
Batıda şehir tarihçiliği kendisini başlangıç noktası olarak görmekte ve diğer şehirleri kendi kriterleriyle tanımlamaktadır. Bu tanımlamaya bağlı olarak ötekileştirilen şehirler, İslam medeniyeti özelinde zamanla ‘İslam Şehri’ ya da ‘Doğu Şehri’[11] olarak literatüre geçmiştir. Yargı yüklü bu kavramsallaştırma; planlı olmayan, çıkmaz sokaklarla dolu, irrasyonel, geleneksel, pasif, parçalı, düzensiz, despot, anarşik, duygusal veya gelişmemiş şehirler gibi tüm negatif vurguları aynı anda ifade etmektedir. Dünyadaki şehirleşme süreçlerini bir kıtaya indirgeyen bu yaklaşım, öteki şehirleri ‘Şehir Tarihçiliği’nin konusu dahi saymayarak[12] bilimsel ve insani kriterlere olan mesafesini ortaya koymaktadır. [1] Metin Tuncel, “Türkiye’de Kent Yerleşmelerinin Tarihçesine Toplu Bir Bakış”, İÜ Coğrafya Enstitüsü Dergisi, s.23, İstanbul, 1980. [2] Alpaslan Aliağaoğlu, Oğuzhan Özkan, Antik Yunan Kentlerinin (Polis) Kentsel Ekoloji Perspektifiyle Değerlendirilmesi, Doğu Coğrafya Dergisi, 2020. [3] Jack Goody, Avrupa’da İslam Dalgası [4] Murat Çelik, 12.-16. Yüzyıllar arasında Avrupa’da Tesis Edilmiş Üniversiteler İle Şehirleri, Şehir Tarihi Yazarları: Şehir ve Mekan, 2024. [5] Ceyhan Yücel, 20. Yüzyıl Dünya ve Türkiye Kentleşmesi Üzerine Bir Derleme, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2020/3. [6] Yunus Uğur, Şehir Tarihi ve Türkiye’de Şehir Tarihçiliği: Yaklaşımlar, Konular ve Kaynaklar [7] Yunus Uğur, Şehir Tarihi ve Türkiye’de Şehir Tarihçiliği: Yaklaşımlar, Konular ve Kaynaklar [8] Umut Erdoğan&Tuğça Poyraz, Ötekileştirilen Şehir: Weber’de Batı ve Doğu Şehirleri Ayrımı, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2023. [9] Zygmunt Bauman, Sosyolojik Düşünmek, Ayrıntı Yayınları, 1999. [10] Metin Kunt, Osmanlı Tarihçiliğinin Çerçevesi; ‘Türk-İran Modeli’, Doğu Batı Osmanlılar, 2010, Ankara. [11] Ahmet Ercivan, Şehir Tarihçiliği ve Türkiye’deki Yansımaları, Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi [12] Özer Ergenç, Şehir, Toplum, Devlet, Osmanlı Tarihi Yazıları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2012. |
|||
Etiketler: Batı’da, Şehir, Tarihçiliği, |
|