|
|||
![]() |
'Biraz da ben konuşayım' | ||
Yusuf ALİOĞLU | |||
Biyografi, seyahat notları ve özellikle 20. yüzyılda terimleşen hatırat/anı türü eserleri okumaktan hep zevk almışımdır.
Biriktirdiğim bu tür eserlerden biri de Feylesof Rıza Tevfik’in ‘Biraz da ben konuşayım’ isimli eseridir. (İletişim Yayınları, İst. 1993)
Telif eserlerde görmediğiniz ayrıntıları, işlenmemiş gri alanları okumanın lezzeti ve ayrıcalığı vardır bu tür eserlerde.
Liseli yıllardaki bir hocamızın ‘başkalarının tecrübesi’ şeklinde özetlediği rafine bilgiler ile karşılaşırsınız bu okumalarda. Başka hayatlara dair izlek kümeleri ufuk saçan yıldızlar misali sizi daha geniş alanlara sürükler; merakınızı kışkırtan, okuma doyumsuzluğu yaratan alışkanlıklar edinirsiniz bu yolculuklarda.
Farklı zaman ve mekanlara süzülmeler, alternatif bakışlar ve dahi büyüklerin parmak ısırtan zaafları, ‘akıl böyle kullanılır’ dedirten sorun çözme yöntemleri, başarının ve başarısızlığın arka planına dair süreçler, ‘insan, aldandıkça insandır’ dedirten kanlı canlı sahneler besler zihninizi.
Hatırat, tezkire, sefaretname okurları fragman misali tarihsel kesitlere de şahitlik ederler bu metinlerde. Kesişen olaylar, aykırı dünyalar, etkin karakterler, dönemin başat konuları ve kültür dünyası, tepkiler ve tarafgirlikler bir ağ misali kendi zamanının ruhunu seslendirir.
Kısacası bu ürünler, size farklı zamanlardaki sizi gösteren ve evrende yalnız olmadığınızı hatırlatan çok kullanışlı ve sempatik metinlerdir.
Rıza Tevfik Bölükbaşı (1869-1949) da kendi zaman tünelinden okurlarına seslenen bir farklı aydın. ‘Biraz da ben konuşayım’ adlı hatıratı ile II. Abdulhamid, II. Meşrutiyet, Mütareke yılları ve Cumhuriyet dönemine dair hatıralarını paylaşır.
Evvela çocukluğunu anmalıyız Rıza Tevfik’in. Amin Maalouf’un, ‘bir insanın en önemli sermayesi çocukluk yıllarıdır’ sözleri ya da Cahit Zarifoğlu ve Erdem Bayazıt’ın büyüdüğü Maraş’ın Güzlek yaylası eşliğinde okuduğumuzda Rıza Tevfik’in Gelibolu’da geçen ilk yılları için ‘çocukluk cennetim’ deyişini daha iyi anlarız.
Kitabı yayına hazırlayan Prof. Dr. Abdullah Uçman’ın da isabetle belirttiği üzere, ‘şair bir ruha sahip olarak doğan Rıza Tevfik’in çocukluğunun en güzel yıllarını tarihi ve tabii dekorla iç içe bulunan Gelibolu’da geçirmesi, şiire olan kabiliyetinin gelişmesine büyük ölçüde yardım etmiştir.
‘Şiiri ve Sanatı Üzerine Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın Kendi Görüşleri’ adlı makalede paylaştığı şu ifadeler konuyu hülasa eder: ‘Bütün sevgilerimin mehd-i neş’eti ve mahall-i inkişafı benim doğup büyüdüğüm gezip dolaştığım her cilve-i hüsnüne aşık olmakla şairliğe kadar yükselebildiğim o dilber yerlerdir… Ben o yerlere çocukluğumdan beri aşık olmasaydım şair olmazdım.’(Behçet Necatigil)
İstanbul’da Yahudi okulu, İzmir’de Ermeni Okulu, İstanbul Galatasaray Lisesi, Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Tıbbiye gibi hakikaten çok renkli bir eğitim süreci vardır Rıza Tevfik’in.
Cins kafası, muteriz karakteri ve şövalye ruhu nedeniyle bir adreste karar kılamaz; mütemadiyen okullardan uzaklaştırılır, takip ve sorgulardan geçer, defalarca hapis yatar ve en nihayetinde otuz yaşlarında mektebi tıbbiyeden mezun olur.
Çok boyutlu fikri karmaşanın yoğun halde yaşandığı meşrutiyet yıllarında, yalnız bir adamın rehbersiz ‘arayış’ı olarak farklı düşünce limanlarına demir atar Rıza Tevfik. Biraz dinamik zihni ve değişime açık şahsiyeti biraz da kaygan/kırılgan sosyo-politik şartlar nedeniyle düşünce ikametgahını sürekli günceller.
Dolayısıyla Rıza Tevfik düşünce dünyasını dikkatlice takip etmek gerekir. Çünkü gençlik zamanlarında aydınlanma dönemi ansiklopedistlerinin ve ilkçağ şüphecilerinin etkisinde kalmışsa (Rıza Tevfik Beyin Dini Düşüncesi, Fethullah Kalın) da ilerleyen yıllarda ardına düştüğü ‘en iyi hükümet hangisidir’ sorusu ile birlikte siyasi anlamda farklı; durduğu masonluk, Bektaşilik ve Vahdet-i vücud fikriyatı ile de daha farklı mecralarda görülür. Ancak Cemil Meriç ondaki düşünsel seyyaliyeti pozitif yorumlayarak, ‘Batı’nın hiçbir iddiasına körü körüne teslim olmamış, çeşitli vesikalar arasında hep kendisi kalabilmiştir’ der.(Jurnal/2)
Aynı hareketliliği şiir serencamında da izlemek mümkün. Abdulhak Hamid etkisiyle kaleme aldığı romantik ve felsefi şiirlerden sonra bu kez Mehmed Emin Yurdakul etkisinde hece vezni ile şiirler yazar ve son olarak tekke ve halk edebiyatını keşfeder ve burada karar kılar. Rıza Tevfik’e göre halk ve tekke şiirleri samimi ifadeleriyle Türk milletinin karakterini en güzel şekilde yansıtan örneklerdir.
Rıza Tevfik gençlik yıllarından itibaren sıkı felsefe okumaları yapar. Bundan dolayı Hilmi Ziya Ülken, Osmanlıların son dönemlerinde Çağdaş Batı Felsefesini derinliğine inceleyen ve doğu düşüncesiyle karşılaştıran kişinin Rıza Tevfik Bey olduğunu söyler.(F.Kalın)
Türkiye’de lise düzeyinde ilk defa felsefe dersleri veren kişi Rıza Tevfik’tir. Darulfünun’da felsefe ve estetik dersleri de veren Rıza Tevfik’in felsefe ders kitabı ve felsefi terimler sözlüğü çalışmaları vardır. Ayrıca Halide Edip ve Prens Said Halim Paşa gibi ünlü isimlere de felsefe dersleri verir.
Mevcuda muhalefeti onu İttihat ve Terakki saflarına götürür (1907) ve Edirne mebusu seçilir (1908). Meşrutiyeti öven konuşmalar yapar. İstanbul’da gönüllü kolluk kuvveti gibi çalışır, ‘bir hürriyet bayrağı gibi semt semt korkmadan dolaşır.’(II. Meşrutiyet Dönemi’nin İlk Evresindeki Politik Etkinlikleriyle Rıza Tevfik, Turhan ADA) Tenkit alışkanlığı ve yanlışa itiraz tarzı nedeniyle İttihatçıların zorbalıklarını ve faili meçhul cinayetlerini eleştiren Rıza Tevfik partiden ayrılır ve kısa süre sonra da İttihatçıların tuttuğu adamlarca dövülür.
Daha sonra Hürriyet ve İtilaf Partisi’ne (1912) geçen Rıza Tevfik, sonraki yıllarda başlayacak olan Mustafa Kemal önderliğindeki milli mücadele hareketine karşı da mesafeli ve eleştirel tavır içinde olmuştur.
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra Sultan Vahdettin’e olan yakınlığına binaen Maarif Nazırı olur. Damat Ferit Paşa kabinesinde de Şura-yı Devlet Reisliği (Danıştay başkanlığı) yapar (1919-1920).
1920 yılında Sevr Anlaşmasını imzalayan heyette yer alır. Öğrencilerinden aldığı tepkiler üzerine Darülfünun’dan istifa eder. Yakın arkadaşı Ali Kemal’in yargısız infazı sonrasında 1922’de Mısır’a kaçar. Kısa süre sonra meclis tarafından 'yüzellilikler' arasına alınır. Böylece yirmi yıl sürecek sürgün dönemi başlar. Bu sürede Lübnan ve Ürdün’de yaşar. Bu arada New York, Paris ve Londra’ya giden Rıza Tevfik buralarda çeşitli konferanslar verir, farklı dergilerde makaleleri yayımlanır. 'Yüzellilikler'in affı üzerine 1943’te Türkiye’ye döner.
Yoğun felsefe okumaları yaptığı yıllarda kendisine Feylesof lakabını yakıştıran Rıza Tevfik hatıratı boyunca, ‘İttihat ve Terakki ile serencamını, Milli Mücadele hareketine karşı çıkışını, Sevr’i imzalayan heyette bulunmasını, yakın arkadaşı Ali Kemal’in 1922’de İstanbul’dan kaçırılarak faili meçhule kurban gitmesini ve kamuoyunda suçlu gibi gösterilmesini etraflıca işler ve ahir ömründe verilen konuşma hakkını ‘Biraz da ben konuşayım’ başlığı ile kullanır.
Hatırat boyunca göze çarpan konulardan biri siyasi tahliller konusunda örneğin beynel milel sömürü düzenini tanıma hususunda yaşadığı isabetsizliklerdir. Örneğin önceleri bir İngiliz, Amerikan hayranı olduğunu ancak İstanbul’un işgalinde halka reva görülenlere şahit olunca bu düşüncelerinde ‘yanıldığını’ itiraf eder.
Aynı şekilde, Cumhuriyetli yıllarda sansür yiyecek olan ‘Sultan Abdulhamid Han’ın Ruhaniyetinden İstimdat’ adlı şiirinde de daha önce muhalefet ettiği II.Abdulhamit’ten özür diler.
Yine sürgün yıllarında yazdığı bir şiirinde, ‘Uyup şeytana i’raz eyledin misak-ı milliden’ ifadesiyle siyasi hatasından pişmanlığını belirtir.(Şair Rıza Revfik Bölükbaşı ve Felsefi Düşüncesi, Prof. İbrahim Agah Çubukçu)
İttihatçı olduğu yıllarda Urla’da karşılaştığı bir Rum köylüsünün tarihine ve kültürüne vukufiyeti Rıza Tevfik’e zihin kurucu bir muhasebe yaşatır:
‘Anladım ki bir milletin şerefli an’aneleri, övünebileceği şeyler, dini ve adetleri, hatta ve masalları ve hikayeleri onun hüviyetini muhafaza eden en mühim kuvvetler imiş… Halbuki biz o zamanlar terakkiyi bütün bütün maziden alakayı kesmekle başlar sanıyorduk.’
Maalesef bu cümleler, Osmanlı ve Cumhuriyet aydınının ortak karakteri olarak bakış, öneri ve çözüm konularında bu topraklara çok zaman kaybettirmiş, oldukça pahalıya mal olmuştur.
II. Abdulhamid ve Sultan Vahdettin ile yakın ilişkileri olan Rıza Tevfik, bu ilişkisini şu fomülasyonla ifade eder: ‘Ben ne padişahlara garazkar bir jakobenim ne de lejitimist bir padişah bendesiyim.’
Bu yıllarda Rıza Tevfik gazetelerdeki yazılarında milleti ‘taht’ etrafında toplanmaya ve fırtınaya göğüs germeye davet ediyordu.
Ayrıca aktarımlarda ‘hilafetin Kureyşiliği, mucizeler, en iyi hükümet modeli hangisidir, Rus devriminin Türkiye’ye etkileri, İstanbul’da köle ticareti, zorla Müslüman edilen Ermeni kızları meselesi, materyalistlik ve sosyalistlik kabil-i tevfik midir’ gibi entelektüel düzeyi yüksek konular da paylaşılıyor.
Rıza Tevfik'in temsilci olarak katıldığı Sevr Anlaşması görüşmelerinden paylaştığı ayrıntılar da devletin içine düştüğü acz açısından önemli bilgilerdir.
Sevr görüşmelerinde özgüvensizliğin ve niteliksizliğin sonucu olarak ‘onlar meclisi’nden azar işiten Damat Ferit Paşa merkezli paylaşım ise hayli trajiktir.
Yine heyette bulunanların görüşmelerden artan zamanlarda Cenevre’deki alış veriş telaşları tek kelime ile ibretliktir.
Damat Ferit Paşa ile yakın mesaisi olan Rıza Tevfik onunla ilgili şu bilgileri paylaşır: ‘Dindar bir adamdı. Fakat namaz kılmaz, oruç tutmaz, hacca gitmez ve bazı muharematı ihlal ederdi. Şarap içmek, domuz eti yemek gibi. Hiçbir ilme az çok vukufu olmadığı gibi Avrupa’nın umumi tarih-i siyasisine de vakıf değildi.’
Bu benzeri sebeplerden dolayı Damat Ferit Paşa kabinelerinde ısrarlara rağmen yer almaz.
Tevfik Fikret’in evinde karşılaştığı Mustafa Kemal Paşa için, ‘kendisi yalnız fevkalade bir asker değil, fakat aynı zamanda edebiyattan ve ilimden anlar ve kıymet takdir eder bir adamdı.’ şeklindeki sözleri bir miktar kurgu gibi duruyor.
Mahmud Şevket Paşa hükümeti yıllarında geçen şu rivayet de dikkate şayandır:
‘Bir gün Filipin adalarının İslamlarla meskun cenup kısmının Amerikan Valisi Finlay isminde bir zat, idaresi altındaki bir buçuk milyon Malayalı Müslümanları Çin’lilere kız satmak, içki içmek gibi İslamiyet’e aykırı hareketlerinden korumak için Meşihat’tan ve makam-ı hilafetten bir fetva almak maksadıyla İstanbul’ a geldi. (Belli ki) maksadı ora halkını hakiki müslümanlık yoluna sevk etmek imiş. Bu zatın valiliğe gelmesinden evvel oralı Müslümanlar pek ibtidai bir hayat geçirirlermiş.
Bu valiyi aldım Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’ya götürdüm ve fetva talebini ilettim… Paşa, şeyhülislam’a fetva için tavsiye verdi ve fetva alındı.’
Bunun yanında Wilson ilkelerinin özellikle Almanlar ve Ruslar tarafından kutsanması ve Wilson’un azim sahibi bir peygamber gibi görülmesine karşılık İngiliz ve Fransızların onunla dalga geçmesi de dönemin ‘akıl oyunları’na iyi bir örnek olarak paylaşılır.
Ay başını çıkaramayan memurların maaşlarını Ermeni ve Rum sarraflara yok bahasına kırdırmaları bilgisi ile ‘Muzır olan kitap değil, insandır’ yaklaşımıyla tenkit ettiği kitap yasaklanması hususları dönemin ekonomi ve kültür hayatının önemli göstergelerindendir.
Rıza Tevfik’in kitap yasaklanması babında anlattıkları hayli ilginç duruyor:
‘Dahası, ittihatçı hükümet, Kadı Iyaz’ın ve Seyyid Şerif Cürcani’nin Şerh-i Mevakıf ve Delailü’l-Hayrat gibi kitaplarını toplattırıp hamam külhanlarında, hususa Çemberlital hamamında yaktırır. Buhari-i Şerif nüshalarını da ortadan kaldırıp içinde hoşa gitmeyen ehadis-i nebeviyeyi tayyederek yeniden bir Buhari nüshası tertip ettirip Sahih-i Buhari namıyla tahrif olunmuş bir kitabı mevki-i tedavile atardı.
Akaid-i Nesefi’nin Taftazani tarafından şerh olunmuş meşhur ve muteber bir nüshası vardı; onu da Mızraklı İlmihali de hükümet ortadan kaldırmıştı.’
En iyi hükümet hangisidir konulu okumalar yaparken bir kitapta rastladığı '‘Her kavim müstahak olduğu hükümete nail olur’ ifadesinden 'olağanüstü etkilendim'' itirafı aydınımızın hal-i pür melalinden acı bir kesit gibi durur. Çünkü İslam ve siyaset okumaları yapan her okuyucu, ‘Her ne halde bulunursanız öylece idare olursunuz’ şeklindeki Hz. Muhammed’e ait olduğu rivayet olunan bu ifadeyle karşılaşmıştır.
1922’de Ankara Hükümeti arkadaşı Ali Kemal’i ortadan kaldırınca itilafçı arkadaşları ile Mısır’a firarını açık yüreklilikle şöyle savunur: ‘Ya kaçacaktık ya da bizi kümeste uyuklayan tavuklar gibi tutup en ufak vesile ile ahalinin gözü önünde asacaklardı.’
Rıza Tevfik savunmasında ihanete yer bırakmamak adına şunları söyler:
‘Ben her hususta vatanımın hayrını ve vatandaşlarımın nahak zulümlerden kurtulmasını siyasi ve idari vazifelerimden saymışımdır… Vatanım olan şu memlekette bir dikili ağacım değil bir saksı fesleğenim yoktur.’ Vatan sevgisindeki net tavrını Behçet Necatigil’in kaleme aldığı ‘Şiiri ve Sanatı Üzerine Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın Kendi Görüşleri’ adlı makalede de (s.4) görürüz: ‘Şairliğim bile hamiyyet-i vataniyye cilvesidir.’
Sürgünde olduğu yıllarda kaleme aldığı ve ‘Uçun kuşlar uçun doğduğum yere’ dizesi ile başlayan ‘Uçun Kuşlar’ şiiri de Rıza Tevfik’in yurduna duyduğu özlemi yansıtır.
Bir başka vesileyle de neden Avrupa’ya değil de İslam ülkelerine firar ettiğini açıklar: ‘Avrupa’ya gidip gazetecilik üzerinden adi bir propagandacı olma zilletindense, seviye-i irfan ve mertebey-i medeniyet bakımından bizden aşağı olan Müslüman memleketlerine gitmeyi on kere tercih ederim.’
Öz yurdunda paryalaştırılan bir şairin paylaştığı bu şerh, dünden bugüne ideoloji yelpazesindeki hemen tüm grupların soluğu Avrupa’da almalarına düşülmüş nefis bir ‘özgün duruş resitali’dir.
Rıza Tevfik bütün eksik ve kusurları ile birlikte kendisini şöyle tanımlar: ‘Bir insan ne kadar fena olursa olsun yalnız kusurdan ibaret değildir. Onun için ben kıylükale hiç ehemmiyet vermedim ve kimsenin hatırı için kanaatlerimden dönmedim, mizacımı bozmadım ve inandığım prensiplerime sıdk ile bağlı kaldım. Bir faziletim varsa budur. Ben şahıslarla değil prensiplerle ve fikirlerle uğraşıyordum.’
Özetle;
Hayatı boyunca gördüğü yanlışlara muhalefet etmenin ağır bedelini ödeyen Rıza Tevfik, ‘Yanıldım’ demeyi erdem bilen son derece zeki ve üretken, özgüveni yüksek, Cemil Meriç’in tabirleriyle de ‘derbeder, zevkperest, şımarık bir münevver’dir. Felsefeyi çokluk aleminde birlik aramak şeklinde tanımlayan, tanrı fikrinden asla vazgeçmeyen, Bergson’un Türkiye’deki şubesi misali çalışan, hurafeciliğe ve skolastisizme karşı sorgulayıcı bu nedenle de başı sürekli dertte olan aykırı bir adamdır.
Rıza Tevfik düşünce serencamında rehbersizlik ile malul ferdi bir tecessüs (C.Meriç) ön plana çıkar. Dönemin istikametsizliği ve düşünsel kararsızlığı ondaki tükenmez enerjiyi bir gezegenden bir gezegene harcamıştır maalesef. Bu nedenle, edebi, siyasi, dini ve felsefi kanaatleri sürekli değişen ve gelişen bir ‘öğretmen öğrenci’ de diyebiliriz ona. Ancak hem Osmanlı hem de Cumhuriyet siyasal aklında mündemiç statik/muhafazakar özümseyiş, bu ‘doğu ve batı kültürünü bilen geçimsiz, heyecanlı ve iddiacı’ (İ.Agah Çubukçu) düşünürün kontrol edilemez enerjisini anlama ve istifade etme yerine, uzaklaştırma, takibat, hapis ve sürgün ile cezalandırmıştır.
Evet, karşımızda ‘aykırı mizacı’ (Bir Osmanlı Aydını: Feylesof Rıza Tevfik, F. Gülnar) ile bir ‘Son Mohikan’ var. Cemil Meriç’in ifadesiyle, ‘tecessüsü, çocukça hevesleri, çağdaşlarına meydan okuyuşu ile çöken bir düzenin sırmaları sökülmüş, kimsenin dolaşmayı akıl etmediği, hatta varlığından bile haberdar olmadığı, metruk mabetler(in)de tek başına dolaşan bir nevi büyücüdür... Koltuğunda kalın ciltlerle dolaşan bu garip insan yolunu şaşırmış bir yolcuya benzer.’
Şiir, edebiyat, dil, felsefe, estetik, eğitim, tıp, siyaset, sosyoloji, tasavvuf, folklor, bakanlık, Danıştay Başkanlığı, güreş ve eylem kelimeleri Rıza Tevfik’teki geniş spektrumlu, hareketli kişiliğin rengarenk bileşenleridir.
Bunun yanında, Yahya Kemal’de sıkça işlenen rind kavramını birebir karşılayan ve kendine ait tarzı ile planlardan öte günü yaşamaya çalışan ‘belaya karşı kayıtsız’ (Rindlerin Hayatı) bir şairdir o.
.
|
|||
Etiketler: 'Biraz, da, ben, konuşayım', |
|