|
|||
![]() |
Bir Mütevazi Monologdan Arta Kalan Sualler | ||
Yusuf ALİOĞLU | |||
Handiyse sabah olacaktı.
Birbirini doğuran sorular, sebebi sonuç ve sonucu sebep olan önermelerin uzadıkça uzayan diyalektik örgüsü zihnini ağ gibi kuşatmıştı. Bazen bol ışıklı geniş bir bulvarda yürüyor bazen de iki kişinin geçemediği daracık burgacık sokakların karanlıklarında, ardında belli belirsiz, kıymık kıymık gölgeler ve defalarca saplandığı çamur göletleri el yordamıyla aşma çabası. Bazen üzerine ince ince yağan ve her damlası bir kiri bir pası temizleyen ilkbahar örtüsü seriliyor bazen de sararmış yaprakların örttüğü betonları buz parçasına çeviren zemherir soğuklarına yakalanmış gibi iliklerine kadar üşüyordu.
Katran misali katılaşan kapkara soruların biriktiği zihin hücrelerinde kurtlar uluyor, çakallar birikiyordu. Kocaman dikenli çalılara çakılmış polyester bir paraşüt örtüsü misali kıvrandıkça takılıyor, çözmeye çalıştıkça yırtılıyordu. Kendi kıyametini mi yaşıyordu? Yoksa bir şeylerin sonuna mı yaklaşıyordu? Hangi cehennemden kaçıyordu, kitlendiği cevaplardan ateş topları sinesinin aklını nasıl da acımasızca dövüyordu?
Sağına dönünce evrenin bir yarısı soluna dönünce diğer yarısı. Kuşatılmış gezegenler, çepeçevre tutulmuş ışık yolları, galaksi kavşakları, samanyolundan alt geçitler, üst geçitler. Meteor sağanağından yığınaklar dört yanda. Kara deliklerden sızan tanımlanmamış gaz çeşitleri akıyordu genzine. Paralel evrenlerden çıkartma yapan sayısız soru kümesinin toz bulutları halinde gölgesini bıraktığı alemler. Her sorunun boy verdiği milyonlarca yörüngesiz yıldız topluluğu ve her biri galaksi çekirdeği kuazarlardan kozmik bir yansıma gibi. ‘Eliptik bir galaksinin dönme hızı nedir’ suretinde taşlaşmış bir gaz kütlesi yığıldı zihin zeminine. Evren dönmüyor da patinaj yapıyordu sanki.
Sorumsuz, gayretsiz, serseri, ipi kırık taifesinin olduğu cenahtan bir uğultu duydu sonra. ‘Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol’ ibaresi üzerine mavi mürekkep ile sörf yapan kilu kal topluluğuydu bunlar. Bir an durdu. Sesleri daha iyi duymak için nefesini tuttu ve kalp kulağı ile kavramaya çalıştı söylenenleri. Her soruya anında verilen cevapların yarattığı gayrı menkul piyasasından hisse alan alanaydı. Uzman rolündeki beyaz yakalı yeşil sarıklılar uluslararası şirket CEO’ları gibi Hutame tipli tahviller arz ediyorlardı piyasaya. Kısa, orta ve uzun vadeli İrem bonoları siyasi referansı olanlara veriliyordu ancak. Cennet kuşları tünemişti borsanın tellerine. Endeks, fırsatçılık ve menfaatçlik bandında sabitlenmiş gibiydi. A’raf dolaylarına kurulmuş devasa komisyoncular, Deli Dumrul misali geçenden on, geçmeyenden on beş ahiret doları alıyorlardı.
Tavana dikti gözlerini ve saatlerce aynı noktayı rasatladı durdu. Bir tür sosyal projektör misali taradı parkları, bahçeleri, meydanları. Civa misali akan, su misali mekanın şeklini alan, bukalemun misali dokunduğu nesnenin rengine dolanan kalabalıkların peşinden koştuğu sentetik sahalara uzandı. Ve sonra modern bir mabedin çatısına kondu usulca. Yatay, dikey ve oval bakışlar fırlattı etrafa. On binlerce insan nasıl olur da aynı felsefi ve düşünsel sorunun cevabı için bir araya gelebilmişti. Sadece üç harften oluşan ‘gol’ kelimesi klasik ve modern sözleşmelerden daha fazla bir rağbetle taraftar bulmuştu. Seslerin ördüğü kripto sloganlar bir aya bir dünyaya çarptıktan sonra doksandan sayı oluyordu. Altı pastan sorulan sorular en kallavi olanlarıydı. Ofansif soruların bini bir para. Hele spor filozofcuklarının bir türlü ittifak edemediği çizginin ötesi mi berisi mi sorunsalı, müstakil mufassal metafizik bir anıt gibi duruyordu orta sahanın başlama noktasında. Bu sorunun cevabı Nirvana’ya ulaşmaktan ziyade mühim idi.
Evrensel çağrıların inkar ve istikbar ile massedildiği teknoloji koridorlarına yoğunlaştı. Mukaddes bir çöplükten nasiplenen martılar, kargalar ve sığırcık kuşları misali pike üstüne pike yapıyordu soru bağımlıları. İnterdisipliner iş ahlakı ile sanal soruların ördüğü bitimsiz bir network ile karşı karşıya idi. Sorulmadık soru, işlenmedik konu, verilmedik cevabın kalmadığı bir oburlukla mesafeler hızla tüketiliyordu. Her siteye şiltesini sermiş bir seri düşünce katili önüne gelen her masum sorunun ensesine teolojik atış yapıyordu. ‘Günahsız olan ilk taşı atsın’ komutu pek itibar görmüyordu bu çevrelerde.
Seyirlik soruların seyirlik cevaplar ile nikahlandığı ‘plaj ahlakı’ çoğalıyordu taşrada, kaldırımlarda, cafelerde, avm’lerde. Adresi belli olmayan sorulardan usulen cevaplanan sorulara bir bir mevziler kaybediliyordu. Siyasal olanın en kutsal ve en yüce olduğu bir vasatta zinhar kılçıklı mevzulardan sual edilmemeliydi. Bu kirazı kim yemişti, bu tabutu kim taşımıştı, hangi suçtan ötürü göçmen olmuşlardı ve hangi savaştan arta kalmıştı bu çocuklar denmemeliydi. Agoranın yüksekliğini hesaplayacak Romalı formüller imha edilmeli, gerekirse sihirbaz, kâhin, şair ve deli denilerek şehirli aristokrasiden uzağa gönderilmeliydiler.
Naftalin kokusunun sindiği yastığın vaziyet-i coğrafyası darmadağınık idi. Zamanın ayakları birbirine dolaşmıştı sanki. Etrafta selin çerçöp misali taşıdığı binlerce kelime. Dağılmış notalar, güfteler, valsler. Gözünü her kırptığında siyah beyaz resimlerin aktığı deklanşör parıltıları. Doğudan batıya, dünden bugüne, çöllerden denizlere örselenmiş anılar, bayatlamış fotoğraflar, ekşimiş sözler, şekerlenmiş eşyalar…
“Azgelişmişlik bir kişisel gelişim sorunu muydu, halkların geri kalmışlığı etnik beceriksizlik miydi, ‘zaman, ırk ve çevre’ üçlüsüne dikkat çeken Taine ne demek istiyordu, önerisiz bir hayat yaşanmaya değer miydi, düşünce kuruluşları feodal birer mabed miydi, kaç zamana kadar siyasi olan insani olandan üstün tutulacaktı, mağara istiaresinin post modern yorumu hangi gerçekliğe tekabül ederdi, parmak uçlarının özgün manyetiği özgün organik sosyolojilere uzanabilecek miydi, insan kendi asli suretinde ve bağlamında bir ömür sürebilecek miydi, tüketim hırçınlığından ve gösteri aptallığından gönüllü sadeliğe bir yol bulunabilecek miydi…” |
|||
Etiketler: Bir, Mütevazi, Monologdan, Arta, Kalan, Sualler, |
|