|
|||
![]() |
Estetiğin Tükenişi Vicdanın Tükenişidir | ||
Yusuf ALİOĞLU | |||
Algılama ve duyumsama gibi anlamlara gelen estetik, Kant felsefesinde ‘duyarlık kuralları’ şeklinde tanımlanır.
Estetiğin ‘güzel’ olan üzerine düşünme olduğunu söyleyenlere kulak verdiğimizde ise karşımıza güzel olanın kuramsallaştırılması ile genel anlamda ‘sanat felsefesi’ çıkar.
Felsefi operasyonların kadim konularından biri olan güzel, kendisi hakkındaki kadim tartışmaların odağında esas olarak üç boyutlu bir tartışmanın öznesidir:
‘Güzelin gerçeklik ya da aşkınlık ile olan ontolojik münasebeti’, ‘güzeli seyredenin, güzele bakanın, güzeli anlamaya çalışanın hikayesi’ ve ‘güzeli var eden gücün sınırları’.
Güzel olanın niteliğine dair bu üç önemli sacayağı aynı zamanda düşüncenin sürdürülebilirliğini de mümkün kılan taşıyıcı kolonlardır.
İyi ve doğru olana içkin bağımsız bir alan olarak güzel, bu özelliği ile bilgi felsefesiyle de yakın bir münasebete sahiptir. Bu noktada bilgelik, hikmet, hikemilik, erdem gibi değerler bilgide derinleşmenin (rusuh) estetik formları olarak çıkar karşımıza.
Bu forma dair bilgi istasyonları, aydınlanmacı düşüncenin ve sanayi formasyonunun aksine, tabiatı rakip görmez ve tabiatı yönlendirilen ikincil konuma düşürmez. Aksine özgür düşüncenin tabiatla uyum hallerinin, iyi ve doğru olanı tanımlayabilmede bir imkan olduğunu ve düşünceye yoldaşlık suretiyle katkı sunduğunu söyler.
Tarihe, topluma, tabiata ve kendisine (Ali Şeriati /İnsanın Dört Zindanı) bakışını, ‘insan insanın kurdudur’ (T. Hobbes) zorlamacılığından kurtaran ve merhamet ile mayalanmış estetik formda karar kılan bu aklın iyi ve doğru olanı üretme ve sürdürme seçeneği daha güçlüdür.
Hatırlanacağı üzere sanayi devrimi formasyonu, geleneksel zamanların kendi özgün yatağında tomurcuk patlatmış estetik müktesebatını daha çok üretmek adına fabrika bacalarında buharlaştırırken modern zamanlara estetik adına bir katkı sunmamış, sunamamıştı.
Bilgi sükûnetinin derinliğini budayan ve kendi örs ve demirine yabancılaştıran bu süreçlerin ürünü olarak hızlıca çoğul olandan uzaklaşıldı, müdahaleci monolitik kurgular üzerinden yaşamlar, algılar, tutum ve davranışlar geliştirildi.
Bu kapsamda bir sanayi devrimi prodüksiyonu olarak ‘ulus’ ve ‘ulus devlet’ çıktıları da estetik duyarlığın terkedilerek “tek renk, tek, koku, tek ses” gibi yavanlaştıran konumlanma hamleleri suretinde sahnedeki yerini aldı.
Milliyetçilik histerilerinin negatif dokunuşlarla ısırganlaştığı ve ulus devlet heyulasının her yerde, her an hazır ve nazır olduğu otoriter yüklemeler, insanlık tarihinin en donuk, en verimsiz ve en sevimsiz zamanları olarak kayıtlara geçti.
Ulusçuluk aklında bedenlenen ve ancak bu bedenin sınırlarını doyurucu bulmayan iktidar refleksi hızını alamadı ve bir coğrafyaya giydirdiği deli gömleğini bu kez tüm insanlığa ve tüm dünyaya giydirdi, adına da küreselleşme dedi.
Bir fırtına, bir kasırga gibi tüm coğrafyalara uğrayan küresel tek tipçi müdahale, inkar ve imha üzerine kodlanmış paralı ve gönüllü kulları ile kıyıda köşede kalmış azınlık kültürlerine kadar binlerce yılın müktesebatını yer ile yeksan etti.
Barut kokusuna, top seslerine ve militarizmin ritmik hareketlerine alıştırtılan toplumlarda özgür benlik alanları ve bu alanda yeşeren estetik kaygılar, bakışlar, düşünceler yok edildi. Bekir Ağırdır’ın dediği gibi, hayatın hemen her alanında bir yöntem olarak olması gereken müzakerenin yerini münazara ve münakaşa aldı. (Bize Yeni Bir Söz Lazım, Mundi Kitap, 2022)
Siyasal yönelişler, katılımcılık, şeffaflık, hesap sorabilirlik ve hesap verebilirlik gibi parametrelerden uzaklaşarak kalabalıklara, sloganlara, inatlaşmalara, kör kavgalara ve çıkar ilişkilerine dönüştü.
Fayda ve üretime dayalı ekonomik faaliyetler toplumun içinde dolaşan ve çakallar misali ceplere dadanarak soyup soğana çeviren açık ve gizli ellere dönüştü.
Kültür ve sanat dünyası, endişe ve sorumluluktan uzak, tek merkezden yönetilen ve her an aynı nağmeyi tekrar edip duran statükocu lümpen bir koroya dönüştü.
Hayatı herkes için düzenleyen bir argüman olması gereken hukuk, salt denetleyen ve cezalandıran ruhsuz bir metne dönüştü.
Eşyaya dair üç hal kanunu diyebileceğimiz ‘aşkınlık, içkinlik ve ötelik’, gösteri toplumunun gündelik alış veriş faturalarında bir istatistiğe dönüşürken moda merkezlerinin zihin yönlendiriciliği tartışmasız kabuller oldu.
Toplumsal hayat, edep, paylaşma, merhamet, iyilik gibi kurucu değerlerden uzaklaşarak yörüngeden çıkmış uzay aygıtları misali istikametsiz akışların, kozmik kaosun, asimetrik duruşların adresine dönüştü.
Kısacası, insanlığa dair sosyal sermaye hızla eriyor.
Sosyal sermaye eriyip meşruiyet kriterleri buharlaşınca, birileri arsa ve yapı kooperatifçiliği yaparak, birileri bankerlik pozlarıyla, birileri hayali ihracatlarla, birileri saadet zincirleriyle, birileri de kripto para ve spekülatif dijital söylemlerle toplumun maddi imkanlarına çöküyor.
Diğer yandan ahenk ve uyumun, oran ve zerafetin mekanı tabiat, böğüren makinaların dağları düzleyen, düzleri de dağlayan fütursuz müdahaleleriyle bağlamından kopmuş, kendine yabancılaşmış durumda. ‘O sultan hazinesi, o hep veren sonsuz cömert ana’ (E. Bayazıt/Sebep Ey) artık üretmekten, beslemekten ve öğretmekten uzaklaşıyor. İşte bu hadsizliklerin sonucu küresel sorunlara dönüşen çevre kirliliği ve iklim değişikliği gibi soru/n/lar, estetik hassasiyetini kaybeden insanın insanlığa sunduğu birer ‘kara hediye’.
Çağın ruhu estetik hassasiyetini kaybedince, kaleleri, surları, çarşıları, hamamları, kemerleri, kuyuları, taşı, ahşabı, komşusu, esnafı, aidiyet duygusu ve sohbeti ile bir estetik yumağının tarihsel çağrısı olan şehirler bina yığınlarına dönüştü. Medenileşmek ve emniyette olmak adına şehirlere yapılan bilinçli göçler, şimdilerde şehirlerin boğan, yutan, ürküten kabalıklarından emniyette olmak adına tersine göçlere dönüyor. Naif şehirlerin kibar insanları azaldıkça, ötekini yok etmeye ayarlanmış aşiretçi, partici, grupçu kaba insanların elinde kalan şehirler birer sömürge fabrikasına dönüşüyor.
Mimarileri, tarihsel dokuları ve özgün hikayeleri ile birer kültür merkezi olan mahalleler, caddeler ve sokaklar, ışık kirliliğinin, tabela savaşlarının, gürültü yarışlarının, parkların ve bulvarların çılgın ve kontrolsüz işgal alanlarına dönüşürken Akif Emre’nin deyişiyle ‘mahallesiz şehirler’ oluşuyor. Dijital muhayyilenin herkesi, her şeyi ve her davranışı birbirine benzettiği ‘kopyala yapıştır’ nev’inden şehirler. Bu şehri diğerinden farklı kılan nedir diye sorulsa, monizmin katrandan gölgesinin düştüğü zeminlerde kocaman bir ‘hiiiç’ yankılanır.
Siyasal otoritelerin dokunulmadık, kirletilmedik ve boynuna kölelik tasması takılmadık hiçbir alan bırakmadığı bir zamanda, standartlara uyarlı yeni nesil hayatlar estetik ile tanışamamanın bedbahtlığını yaşıyor.
Estetiğin, kozmik uyumun, değerler skalasının, naif ve bedii olanın yitirildiği her alan, vicdanın yitirildiği, kabalıkların, kabileciliklerin, hodbinliklerin, yabaniliklerin ve sömürünün vahşice boy verdiği alanlara dönüşüyor. |
|||
Etiketler: Estetiğin, Tükenişi, Vicdanın, Tükenişidir, |
|