|
|||
![]() |
Boşuna değildi boş olmayan hiçbir şey! | ||
Yusuf ALİOĞLU | |||
Büyük bir heyecanla kalktığı sabah namazını huşu içinde kıldı. Alnını koyduğu secdeyi öptü, öptü, bir daha öptü. Bir kapıdan bir kapıya akan hikayesinden kırpılmış kareler birikti gözbebeğinde. ‘Nefistir seni yolda koyan / Yolda kalır nefse uyan’ dedi Yunus misali ve açtı ellerini duaya. Koşmalarını ve durulmalarını andı. Uzun yollarını ve patikalarını sonra. Duasını uzatmadı; tek cümleye sığdırdı duygularını ve hiçbirini ikilemedi.
Sonra üzerine, annesinin, uçları tığla örülmüş kahverengi şalını alarak balkona çıktı. Bad-ı saba tüm vücudunu okşadıkça daha bir istekle sarı yağlı boyalı, lale motifli demir korkuluklara yürüdü. Bu kadarcık mesafede bile nefesi tıkanmış, göğsü inip kalkmaya başlamış, dizleri yorulmuş, ayakları isteksizlik moduna girmişti.
Gözleri çiğ düşmüş çiçekler gibi ıslak, alnı buzul göllerinden bir yansıma gibiydi. Derisi çekilmiş, kabarık damarlı koca elleriyle buz gibi demiri tuttu. Önce demirin serinliğinden ürperdiyse de sonra daha bir kavradı. Ateş gibi yanan avuçlarının içinde biriken serinden öte soğukluğu ruhunun derinliklerine çekti. Üşüdükçe ısınıyor, ürperdikçe çiçeğe konmuş arılar misali doyuma ulaşıyordu.
Bakışlarıyla şehrin karanlık semasında uçtu ve her yorulduğunda ışık demetlerinin oynaştığı farklı bir göle kondu. Sayısız hikayenin asılı durduğu tavanda sayfaları bir bir okumaya çalıştı. Kaç Bermeki’nin parmak izi saklıydı şu taşlarda. Süveydi Beylerinden hangisine aitti nalları ateş saçan şu küheylan. Harun Reşid’in nefesi yetişir miydi Çapakçur deresine. Çaldıran savaşında hangi kardeşler saldırmıştı düşman hattına. Çevlik, sen ne bağlar bahçeler büyüttün koynunda. Murat, sen ne sırlar taşıdın engin denizlere. Ab-ı Hayat, kimlerden sakladın hakikatin sırrını…
Etrafı süzdü tekrar. Tek tek binaları, ışığı yanan daireleri taradı. Kadife terlikleri içinde geride kalan ayaklarını son bir hamleyle biraz daha öne çekti ve balkon duvarına yaslandı. Şimdi daha iyiydi. Sabaha kadar dinmeyen sancılarla boğuşmuş, midesine giren kramplardan oda oda dolaşmış, fazladan aldığı ilaçlar dahi sıkıntılarına deva olmamıştı. İns-ü cinin sükunet üzere sessizlik deryasında yüzdüğü saatlerde, geçmeyen dakikalarla ömründen ömür tüketmişti. Çok zamandır yatak, yorgan, yastık, uyku, istirahat gibi duygulara hasret kalmıştı. Yorgunluğunu içen bir sünger misali kendisini kollarına bıraktığı eskitme başlıklı yatağı, et kemik gibi kaynaştığı yün yorganı ve başını içine gömdüğü tüy gibi hafif yastığı şimdi bir Volkan misali, kan ter içinde kaldığı ağrılarla onu dışarı atıyordu.
Dokunduğu, sarıp sarmaladığı, rengi kokusu ve şekliyle bir beden gibi olduğu her eşya bir bir kendisinden uzaklaşıyordu. Bakıştığı her açı bulanıklaşıyor, söyleştiği her mekan buharlaşıyordu. Yalnızlık tarlasında biten ayrık otu gibiydi şimdi. Tek başına uzaklara, çok uzaklara aktı durdu. Ömür merdiveninin bu basamaklarında nefes nefese, yorgun, bitkin ve mecalsizdi şimdi.
Akmayan çeşmeleri, açmayan gülleri, küskün zambakları; tersine yürünen yolları, tersine düşünen adamları, tersine akan ırmakları düşündü bir an. Konuşulmayan dilleri, unutulan hatıraları, dümdüz edilmiş dağları düşündü. Uzun kış gecelerinin ifrazatını, kaldırımlara döşenen mayınları, toplatılan kitapları, sürgün şiirleri, yasak şarkıları, tehcir yüklü hikayeleri düşündü. Bilmediklerini ve bilemeyeceklerini düşündü sonra. Ve düşündükçe kocaman bir ağıt bulutu birikti ufukta, lacivert mürekkepler aktı yaralarından.
Bir an gözlerini yumdu ve soluduğu havanın tadına yoğunlaştı. Sonra yeniden etrafa baktı. Sokaklar tertemizdi. Gece yarılarına kadar egzozla, bitmeyen hormonlu kahkahalarla, anlamsız düğün konvoylarıyla, drift atan şımarık gençlerle, kaldırımları ve yolları işgal eden yeni nesil eğlence mekanlarıyla, masumiyetin tükendiği ve hayatların tüketildiği cafe izbelikleriyle kirlenen yollar ve kaldırımlar şimdi temizlenmiş; arı, duru, süt gibi olmuştu. Kirli, cızırtılı sesler uçup gitmiş, sükûnetin ve nihai teslimiyetin had bildiren otoritesi inmişti her yere.
Nasıl bir oyundu bu? Cam çivileriyle tahta paravanlara giydirilmiş kadife çerçevelerden örülü sahnenin şen şakrak oyuncuları neredeydi şimdi? O bitmeyen diyaloglar, o dağlar büyüklüğündeki okyanuslar derinliğindeki sözler, o sınırlar aşan koca koca kelimeler ve her cümlenin başına ‘ben’ ekleyen hadsiz senaryolar nerdeydi?
Bakla, acur ve sarımsağın bir bir tükenişini gözledi ve sonra başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Bazıları asuman, bazıları sema demişse de işte göğün görünen yüzüydü gördükleri. Bu muazzam ışık derinliğini ve derinlikteki ahengi tek başına seyretmenin ayrıcalığını yaşadı. Gözleri nemli, dudakları titrek, yüreği kıpır kıpırdı. Bu ayrıcalığı daha önceleri de çok defa tatmıştı. Güneş daha doğmadan aktığı sokaklarda ve caddelerde saatlerce tek bir insanla karşılaşmadan yaptığı uzun tefekkür yürüyüşleri ruhunu besleyen en büyük rızıklardandı. Her adımına bir şiir, her adımına bir şair bereketi doluyordu: ‘zaman bendedir ve mekan bana aittir’.
Alemler içinde anılmaya değer ne çok eser vardı. Bitmeyen varlık macerasının daha çevrilip okunacak ne çok sayfası, ne çok satırı vardı. İşte onlardan biri olan gökyüzüyle baş başaydı. Bakmaya doyamıyor, ayrılmaya kıyamıyordu. Varlığın diğer yüzü gibi duran gökyüzü tarlaları sürülmeyi, işlenmeyi, tohumlanmayı bekliyordu. Her saat taptaze, dipdiri, yepyeni bir fotoğrafla insanın önüne dikilen bu mavi tarla, nice ürünler, nice yemişler, nice hasatlar vermişti. Başakları sayısız taneye duran bu bitimsiz araziler şimdi yeni çiftçiler, ekinciler, emekçiler, rençberler bekliyordu.
Yakınları uzak, uzakları yakın kılan bir düşünce formülüyle yokladığı gök topraklarını düşlerken birden karga sesleriyle irkildi. Bu siyahi topluluğun güneş fazla yükselmeden işi bitirmek gibi bir telaşı vardı. Koca kanatlıların biri inip biri çıkıyordu. Kocaman simsiyah gagaları ve irice pençeleriyle etrafı tarıyor, ayaküstü yenilip içileceklerle erzak depolarına taşınacakları büyük bir titizlikle tasnif ediyorlardı. Her kanat çırpışları bir hesabın neticesi gibiydi. Gaklamalar sebepsiz, yürümeler hedefsiz değildi. İnsanın akılsızca kirlettiklerini, hayvanın akıllıca temizlemesi ne müthiş bir gösteriydi. Seyrettikçe, çok çok eskilerden bir hikaye hatırlar gibi oldu bir an. Acı acı yutkundu ve hep söylediği o söz bir daha döküldü dudaklarından:
-Boşuna değildi boş olmayan hiçbir şey! |
|||
Etiketler: Boşuna, değildi, boş, olmayan, hiçbir, şey!, |
|