|
|||
![]() |
Bendeki Notlar -12- ‘Çocuk Kalsaydı Büyüklüğüm’ | ||
| Yusuf ALİOĞLU | |||
Doğrusu bu mu, emin değilim.
Bir yanım nadir toprak elementleri, robotlar ve yapay zeka nehirleri ile algoritmalar okyanusuna akarken, bir yanım çocukluğumun ve yanı başımdaki çocukların çocukluğunun zümrüt yeşilinden şelale gibi akan anılarıyla çağıldıyor.
Bu gökyüzünden neden hep küçük harfli damlalar düşer… bu tarlalarda neden hep küçük harfli kavruk çiçekler büyür… bu yoldan neden hep küçük harflerle dolu fileler yüklenmiş adamlar yürür…
Büyüdükçe küçülüyor muyum yoksa? Yakamdaki rozet bile, anılar koleksiyonundan bir yansıma gibi.
Hintli bilgeyi bunun için hep hatırlarım. ‘Esas olan hangisi’ derdi. ‘Gündelik yaşadıklarımız mı yoksa rüya deyip geçtiklerimiz mi?
Benim gerçekliğim hangisi, çocukluğum mu yoksa?
Neden yaşıtlarım gibi kahkahalar atamıyorum ve neden büyük arsalara dev binalar dikme, ihale dosyaları hazırlama, bir akşam yemeğinde iş bitirme ya da tayin ve terfi konularında benzer cümleler kuramıyorum.
Rahmetli Doğan Cüceloğlu, ‘çocuksu yanlarımızı yarınlara taşıyabiliyorsak bizler sağlıklı bireyleriz’ diyordu.
Bu teselli pınarına dört nala koşarken, ‘ya onlar’ sayfasını da kapatıyor değilim.
Ne askerde ne de memuriyetin farklı birimlerinde üniforması ile kaynamış bedenlere asla dönüşmedim.
En teknik konular etüt edilirken, en ciddi merasimler icra edilirken dahi yüreğimdeki çocuğun kıpırtısı haylaz bir göz kırpışı ile masaları tekmeliyordu.
Çizgi romanları neden unutamıyordum. Çoğu meselede bu kahramanlardan alıntı yapmak bir büyüyememe psikozu muydu?
Şair, ‘Şakaklarıma kar mı yağdı ne var / Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?’ diye bedeninin değişimine ürperirken; ben çocukluğun, utangaçlığın, çekingenliğin, saflığın kirlenmemişliğin rüyasından uyandırılma telaşıyla zamana ürperiyorum. Sokak aralarında, parklarda, bahçelerde karşılaştığım çocuklar ‘amca, topu atar mısın’ dediklerinde ruhum neden acıyor. ‘Artık babamın yerini aldım’ diyen büyüme meraklısı arkadaşlarımla neremiz benzeşiyor. Oğluna dönüp, ‘unvanına uygun bir arabaya binmelisin’ diyen yakınımı neden desteklemiyorum. Yanık yüzüyle tunçtan bir abideyi anımsatan ve ‘İstemesini bilmiyor’ diyen il müdür yardımcısı hangi dil ve gramer ile hitap bekliyordu. En sıcak, en içten muhabbetlerin ortasına incir ağacı dikercesine ‘saat ilerledi, kalkmayalım mı’ diyerek bütün insicamı alt üst eden, eşkalleri isten kararmış rencide ruhlar arasında ıstırap anıtına dönüşüyorum. Cömertliği ile maruf adamlar neden bir gazete dahi almaya yanaşmaz, cesurluğu ile nam salmış babayiğitler neden ortak kötülere yumruk sıkmaz, alimliği ile muteber adamlar neden doğru bilinen yanlışlara neşter atmazdı. Kavramlar çağın bataklığına bulanmış, güneşte kurumuş ve üzerlerinden tanklar geçmiş gibi tozla buz misali. Bahtsız ruhum insanlık tarihinin en barid zamanlarına tesadüf etti zaar. Kendi mahallesinde esip gürleyen sosyal iktidar aygıtları beynelmilel mecralarda varla yok arasında. Ne acı…
Yuvarlak masalar etrafında kümelenen kravatlı akademisyenleri izlemek ya da havaalanında tek sıra dizilerek gelecek devlet büyüğümüzü bekleyen faklı çap ve markadaki uzun ve kısa namlulu kimselerden olmak yerine, oyuncaklarına gömülmüş çocukların dünyasında bir aparat olmak ya da yanlışlıkla ürküttüğü kediden özür dileme erdemini teklif eden kızımın dünyasında bir toz zerreciği olma isteği makul bir ruh hali mi?
Çocuklarım ve etrafımdaki çocuklar unutsa dahi, onların çocukluk alfabelerini, eşyayı ve isimleri yamuk yumuk seslendirmelerini ve sempatik yorumlarını bir seslendirme sanatçısı gibi on yıllar ötesine ve hem de ustalıkla taşıyabilmek bir maraz mı?
Birileri büyük bir umarsızlıkla zamanı ve mekânı hoyratça tüketirken ve anın tadını çıkarma sarhoşluğunda debelenirken, ben, elimde fotoğraf makinam ile ‘durun kalabalıklar’ dercesine avucumuzdan kayıp giden değerlere dikkat çekmek istiyor ve bir abidin kulluk tutkusuyla deklanşöre basarak hikmet parıltılarından birini daha kadraja almanın sevincini yaşıyorum.
Neden hep üç arşivim var diyorum: Kitaplarım, fotoğraflarım ve çocukluk malzemelerim.
Bu malzemelerle göz alıcı bir mimari eser ya da ışıklı geniş bir bulvar olamaz, biliyorum. Yün iplikten bu torbadaki malzemelerle mükellef bir sofra da hazırlanamaz, bunu da biliyorum. Gümüş kulplu eskitme çekimcemdeki bu malzemelerle bir yerlere müdür de olunmaz, vekil de. Bunu da çok iyi biliyorum.
Defalarca denedim. Yalnızlığımın en kuytu köşelerinde, melankolik şairim gibi ‘kendime yönelişlerin dipsiz sularında’ ve karanlıktan karanlık zamanlarda yakaladığım çocukluk ışığı keşfedilmemiş bir ada gibi. Sakin, huzurlu, güven yüklü…
En popüler isimlerden, en trend konulardan içimdeki dünyanın siyah beyaz eskizlerine, eskitme şiirlerine, gravürlerine dönüşler oksijen gibi ciğerlerimi gençleştiriyor.
Sonra öğreniyorum ki bilmeden de olsa bilim yapmışım. Çocukluğumun zihinsel görselleri sokaklar, köşe başları, bol paçalı uzun favorili gençleri bana şiirler, öyküler yazdırmış; izlediğim filmler, okuduğum romanlar, dinlediğim türküler de bana geçmişimin resimlerini, heykellerini yaptırmış, denemeler yazdırmış. Şimdilerde buna ekfrasis sanatı deniyor. Edebiyat ve görsel sanatların birbirini etkilemesi yani.
Kapı komşumuz alevi aileyi, Ali amcayı ve Elif teyzeyi nasıl unuturum. Hemen yanlarındaki yemyeşil çimlerin, rengarenk güzelliklerin ve meyveye durduğunda o muhteşem renk senfonisinin sahibi Kibar teyzeyi ve Hasan amcayı. ‘Bi koşu bakkala git, limon al da gel’ diyen ve her seferinde avuçlarıma harçlık sıkıştıran Sevgi hocayı ve eşi Yavuz beyi. Kahveci Sait ve Bedriye teyzeyi unutmak ne mümkün. Ne mümkün unutmak o mütebessim çehreleri. Dört yanımız güzel insanlar sergisi gibiydi.
Üç tekerlekli bisikletleri, topları en uzağa atan abiyi, salça sürülmüş ekmeğiyle gamzeli kızı, lastiği gevşemiş eşofmanını durmadan yukarı çeken sınıf arkadaşımı, cebimdeki kuru üzümlere dadanan küçük yoldaşımı unutmak, kolonyalist zamanlara teslim olmak ve tüm çizgi romanlara ihanet etmek gibi kermeler koparıyor bir yerlerimden.
İlerleyen yaşıma rağmen hala herkesi kendimden büyük görmelerin çalkantılı dünyasında yürüyorum.
Çalmaya, aşındırmaya utandığım kapılarda ve dokunmaya çekindiğim telefonlarda kaybetmişim gibi gözüken imkanların uğultusu ıslatıyor baştan aşağı hayatımı.
En kaliteli cevaplara sahipken özgüven buhranlarında boğuşan ben, en kıytırık cevap sahiplerinin alkışlanarak onore edilmesinin yükünü ne zamana kadar çekeceğim.
Borçlularıma görünmeyerek alan açma, zaman tanıma davranışı ile alacaklılarım için taahhüt öncesi ödeme davranışı arasında bir İsa ruhaniyeti ile salınmanın kutsal pasajlarını biriktiriyorum.
Taziyelerde, yas evlerinde, hasta ziyaretlerinde tebessüm ediyor, gülebiliyor, karikatür enstantaneleri ensesinden yakalayıp arşivime postalayabiliyorum.
Düğünlerde, nişanlarda, sünnet törenlerinde çöllerden geniş yalnızlığıma gömülüp, simsiyah dumanlarıyla dağları, tarlaları yarıp geçen demir külçelerine dönüşebiliyorum.
Ve, ‘Bir gül, bin diken aralığında’ nefeslenen yorgun dizelere yaslanarak şair gibi diyorum ki;
“Gelin / bir pazarlık yapalım sizinle ey insanlar! / Bana kötü / bana terkettiğiniz düşünceleri verin / o vazgeçtiğiniz günler, eski yanlışlarınız / ah, ne aptalmışım dediğiniz zamanlar / onları verin, yakınmalarınızı / artık gülmeye değer bulmadığınız şakalar / ben aştım onları dediğiniz ne varsa /bunda üzülecek ne var dediğiniz neyse onlar / boşa çıkmış çabalar, bozuk niyetleriniz / içinizde kırık dökük, yoksul, yabansı / verin bana / verin taammüden işlediğiniz suçları da.”
Verin bana mahzenlere, bodrumlara, çatı katlarına attığınız ve bir daha dönüp bakmadığınız çocukluk masumiyetleri ile ışıldayan tüm eskilerinizi, verin bana… |
|||
| Etiketler: Bendeki, Notlar, -12-, ‘Çocuk, Kalsaydı, Büyüklüğüm’, | |||
|