|
|||
![]() |
“Ağlasam sesimi duyar mısınız, Mısralarımda…” | ||
Yusuf ALİOĞLU | |||
Meramımı anlatabilmek için yıllarca sığındığım limanlardan biri de Orhan Veli’nin ‘Anlatamıyorum’ isimli şiiridir.
Şairin okuyucusuna yalnızlığını ve biçareliğini anlatmak için kaleme aldığı bu çok özel mısralar, hüzün yüklü sonbahar yaprakları gibi kucak kucak üstüme dökülüyordu. Sararıp kırışmış her yaprak içimdeki acılara sürülen birer sanat eczası gibi her defasında bir yerlerimi sağaltıyordu.
Sosyolojiden dine, politikadan kültür ve düşünce dünyasına yoğun okumalarla geçen o yıllarda (ve bence hala) iki şey bizi ezip geçerdi. Birincisi, dünyaya çökmüş kolonyal güçlerin sınırsız zulüm ve kötülükleri. İkincisi ise toplumun teorik aidiyeti ile Yunanca bir kelime olan praksis yani eylem, pratik, sahadaki durum arasındaki makas farkı idi.
Kötülerin sayıca az olmalarına rağmen hızlıca örgütlenmesi ve hemen her yerde kötülüğün dilinin ve kurallarının geçerli olması karşısında; iyilerin bölük pörçük, örgütsüz, birçok bürokratik nifak ile birbirine mesafeli oluşu ve küresel aktüel siyaseti doğru okuyamayışı bizleri kahrediyordu.
“Ahh! Diyorduk Kanıyordu içimizdeki yara Bir bıçakla sökülüp alınıyordu sanki yüreğimiz Bedenimizden Ahh! Diyorduk Bir başka şey gelmiyordu elimizden.” (Erdem Bayazıt, Savaş Risalesi)
İşte bu tertemiz, bu karşılıksız vermeye amade hesapsız kitapsız amatör ruhla anlamaya çalışırken gezegenimizde olup biteni, bizim için yazılmış gibi bir şiirin mısraları dökülüyordu kalbimizden:
“Ağlasam sesimi duyar mısınız, Mısralarımda; Dokunabilir misiniz, Gözyaşlarıma, ellerinizle? “ diyordu Orhan Veli.
Kırık dökük aşklardan geriye kalan bu satırlar bir karıncadan çıkan fil böğürtüsü gibi duyuluyor; ışıksız sahillerde, bitimsiz bulvarlarda, ıssız sokaklarda, çay ocaklarında yankılanıp duruyordu aslında.
Elbet eşya gibi sözün de farklı boyutları vardı. Ve elbette onurdan, izzetten bir pay taşıyan sözler bir şekilde alıcısına ulaşacaktı. İşte ben de bu sözlerden kendi payıma düşeni alıyordum.
En büyük eylemlerin orta yerine kalbini koymuş bir delikanlının hasatsız elleriyle dokunabiliyordum gözyaşlarına. Ülkemin ve dünyanın dört bir yanındaki mazlumlarına kulak kesilmek ve gözyaşlarına dokunabilmek en büyük farklılığımızdı. Mazota bulanmış ekmekleri konuşmak, mülteci kamplarındaki trajik hikayeleri okumak, soğuk savaşın ayartan hilelerini deşifre etmek asıl işimizdi.
Hakkı ayakta tutan adil şahitlik adına büyüyüp serpildikçe, sanattan siyasete, iktisattan eğitime birçok konuda yükte hafif pahada ağır sözler söylüyorduk.
Onun için, şairin ruhaniyetinden ve cismaniyetinden af dileğiyle ‘ağlasam’ yerine ‘haykırsam, çığlık atsam, hey desem’ diyerek başlıyordum şiire.
Bu müdahalenin ardında elbette delişmen yankılarda, hoyrat bayırlarda büyüyen bir itiraz, bir karşı duruş, bir hayır diyebilme çoşkusu ve kesin inancı vardı.
Şiirin ikinci bölümü ise bizlere, ‘umut istikbalin mukaddimesidir’ sözünü hatırlatıyordu.
“Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu Bu derde düşmeden önce.”
Şairin şarkıların gücünü tescillediği farkındalık yüklü bu satırları, aynı istikamete akan iki okyanus gemisine dönüştürürdü bizi. Çünkü eşya zıddıyla kaimdi. Kötümserlik ebedi olamazdı ve her Firavun için bir Musa figürü olmazsa olmazdı.
Bu üç satırlık umut parıltısı devrimci duyguları nasıl da besler büyütürdü. Sözü güzel söylemenin kalpleri nasıl da evirip çevirebildiğini daha bir öğrenirdim. Taşı gediğine koymak misali deminde söylenmiş bir sözün gücünü gözlemek ne büyük güvendi. Hakikat karşısında kelimelerin kifayetsizliği ne büyük teslimiyetti.
‘Keşke bilselerdi’ diyordu Ankebut 64. Hakkı batıldan ayıran bilgiden rızıklanmayan bedbahtlar keşke bilselerdi. Sözü düşüren ve cismi yücelten bu kavim keşke bilseydi. Akışkan hayatın içinde bir istatistiğe dönüşen kalabalıklar kendilerini mükerrem ve muhterem kılanın ne olduğunu keşke bilselerdi. Bilselerdi de ‘baki kalan salih işlere’ (kehf/56) yönelselerdi. Eşeğin sesinden şarkıların, türkülerin sesine; borsa ve döviz bantlarını çığıran enkırmenlerin sesinden bilgi ve hikmet şelalesinin adalet ve özgürlük sesine yönelselerdi.
Büyük bir üzüntü ve acı ile başlayan şiirin umuda dair bu parıltılı mısralarını,
“Lakin bir umut bulunur daima, bulunur elbet, Çıkıp sıyrılmaya doğru açılmış bir bitmez umut. Ki, inancın ve aydınlığın kapısı odur, odur başımızı dik tutarız, Odur yenilmeyiz karşılaştığımız ilk tahakküme, ilk karanlığa, ilk tel örgüye…” diye bağlamak ne muazzam bir mutluluktu.
Orhan Veli bu şiirini parçalı bulutlu bir gök mavisinin derinliklerine yollasa da, Metin Önal Mengüşoğlunun ‘Kardeşime Mektup’ şiirindeki mısralarla dirilişe ve direnişe selam çakmak ne büyük bir gururdu.
Gündelik yaşam, bize gösterilenin ötesinde uğultulara, karmaşalara ve katman katman çelişkilere sahipti. Üretim ilişkilerinden mülkiyete, siyasal meşruiyet araçlarından dinsel söylemlere, düzeni tahkim eden ideolojik aygıtlardan gönüllü kulluklara baştan aşağı bir sorunlar yumağıydı.
İşte şiirin diyalektiği, akıp giden hayatın bu onulmazlıklarına karşı bir mesafe, bir anti tez makamı ile ümidin tohumlarını yeşertiyordu.
Şiirin son bölümü ise ontolojik aidiyetimiz ile bireysel ve toplumsal sorumluluğumuzun tefsiri gibiydi.
“Bir yer var, biliyorum; Her şeyi söylemek mümkün; Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; Anlatamıyorum.”
Bu bölüme geldiğimizde evvela Arapça bir ifade olan ‘tahtında müstetir’ yani söylenmediği halde altında gizli bulunan ifadesini hatırlardık.
Ve itiraf etmeliyim ki, Orhan Veli’nin bu satırlardaki duruşunu geçici ruhsal bir duruma yorumlar, anlatabilme olumsallığını daha yakın görürdük.
Diğer yandan bu satırlarda gezinen umut ve çaresizlik ya da umut ve karamsarlık girdabının başarısızlık ile malul sonuçlarına takılmadan ‘mümkün’ kelimesini esas alarak hedefe yürüyorduk.
Geleneksel düşünme modlarının çağı ıskalayan eksiklikleri ile modern düşünme yöntemlerinin çağı ilahlaştıran eksiklerini bir yana bırakarak ‘sözü dinlemek ve güzel olanına uymak’ şeklindeki üçüncü yol ile sadrımız genişliyor, ruhumuz ferahlıyordu. Çünkü çabamız kralın lügatindeki kelimelerden çok daha büyüktü.
Bu satırlarla; bir esasın, bir sabitenin olması ve bu adrese götüren her an harekette olma ya da bir işi bitirince diğerine koyularak fitneye mekan aralamama bilinci dolaşıyordu damarlarımızda.
Orhan Veli, şiirini ‘Anlatamıyorum’ gerilimi ile bitirse de, son noktayı ben koyuyor;
‘Anlıyorum süreğen bir mesajın apaçık halleriyle. Anlıyorum, hem de en derinden gelen bir ürpertiyle’ diye bitiriyordum. |
|||
Etiketler: “Ağlasam, sesimi, duyar, mısınız,, Mısralarımda…”, |
|