|
|||
![]() |
Tatlı Zehirli Sulara Alışanlar İflah Olmaz Mı? | ||
Yusuf ALİOĞLU | |||
‘İktidar bozar, mutlak iktidar mutlaka bozar’ demişti ünlü düşünce tarihçisi Lord Acton.
Bu tespit cümlesinde geçen ‘iktidar’ kavramını siyasal iktidar ile sınırlandırmak verilmek istenen mesajın gücünü azaltır, istikametini sulandırır.
Buna karşın, hayatın bir bütün olarak ‘iktidar’ etrafında şekillenen kompartımanlarını Michel Foucault misali iktidar ve özgür birey, biyo-iktidar, her alanda muktedir olma ve iktidar hırsı ile malul potansiyel ile okumak daha isabetli olacaktır.
Böylesine etraflı bir okuma daha geniş bir perspektif sağlayacak ve çoğu kere anlam ve etki alanlarını ıskaladığımız ‘sosyo-kültürel iktidar, cinsiyetçi iktidar, kabileci iktidar, grup iktidarı, coğrafi iktidar, tarihi iktidar, bilgi iktidarı ve ben iktidarı’ gibi alanlarda hukuk dışı uygulamaları görmemize vesile olacaktır.
Gerçekten de ‘iktidar’ ile niteleyen ve nitelenen süreçleri yaşayan her bağımsız alan, iktidarın aklı ve ahlakı fesada uğratan müstekbir tutumları ile özgür ve özgün yanlarını çevrelenme ve enternasyon lehinde kaybetmektedir.
Bağlamından koparılan her eşya, her kavram, her davranış, ortamın dönüştürme kapasitesine ve maruz kaldığı aygıtların entegre yeteneğine bağlı olarak ‘yabancılaşma, bozulma ve tükenme’ süreçleri yaşar.
Sanat ve spor dünyasının saf ve temiz eylem zeminlerinde hayat bulan ‘amaç-araç-mesaj’ triosunun, kontrol edilemez iktidar histerileri sonrasında köklerinden koparak ‘uyuşturma, haksız kazanç, siyasal argüman’ gibi negatif fonksiyonlara dönüşmesi bu süreçlere dair önemli bir örnektir.
Tatlı zehirli suların hayatın farklı alanlarında yarattığı sonuçlara tarihten de bir ekleme yaparsak;
Belazuri’nin aktardığına göre peygamber (a) Mekke’nin Kabe ve Hac ibadeti özelinde özgürlüğünü, özgünlüğünü ve kadim misyonunu koruması için ‘evler ne kiraya verilmeli ne de satılmalıdır’ der. (Belazuri, Futuhu'l-buldan)
Dahası Ebu Cafer et-Tehavi’de geçen rivayete göre Hz. Aişe Hz.Peygamber’den Mina’da bir bina inşa etmesini ister. Ama peygamber bölgenin özel konumundan dolayı eşinin talebini kabul etmez.
Yine Kurtubi’den gelen bir başka rivayette de Hz. Aişe Hz. Peygamberden kendilerini güneşten koruması için Mekke’de bir bina yaptırmasını ister. Ancak aynı sebeplerle bu talep de peygamberce uygun görülmez.
Tarih sayfaları arasındaki seyahatimizde şu ilginç bilgilerle de karşılaşmaktayız: Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde ‘es-sevaib’ denilen bir sisteme bağlı olarak Mekke’de evler kiraya verilmiyor, satılmıyor, satın alınmıyordu. İhtiyacı olanlar bu evlerde, avlularda ve bahçelerde serbestçe konaklayabiliyorlardı.’
Erken döneme ait bu uygulamanın, şehrin kimliğine dair zaman ve mekan dokusunu tahriften uzak tutma amaçlı önemli bir pratik olduğunu not etmeliyiz.
Ayrıca, ‘sadece insanların değil doğal çevredeki canlı cansız tüm varlıkların ve bu varlıklar arasındaki etkileşimin yazılması gereken bir tarihi olduğu düşüncesini savunan’ ‘Çevresel Tarih’ isimli sosyal bilimler açılımının tarihimizdeki önemli örneklerinden biri olarak bu konu özelinde bir parantez açılmalı hatta ‘Mekke Çevresel Tarihi’ başlıklı çalışmalar yapılmalıdır. (Çevresel Tarih Nedir, J.Donald Hughes, Tarih Vakfı Yurt Yay.)
Adalet ve merhamet yüklü bu iktidarın insanlığın ortak değerlerinden olan bir bölgeyi ve ona ait kadim argümanları korumak için maddi hesaplara girmeyen, girenleri de sınırlayan bu anlayışı maalesef uzun süreli olamadı.
Belli bir süre doğa ve kültür gibi soyut ve somut değerlerin tarihi vasatında korunmaya çalışıldığı bu bölgede M. J. Kister’in dediği gibi ‘yerliler, kendi bölgelerine yeni gelenlerden daha fazla hak sahibi değillerdi.’ (İlk Dönem İslam Tarihi Üzerine, M.J.Kister, Ankara Okulu)
Adı geçen eserde Ömer b. Abdulaziz’in yazdığı bir mektupla Mekke’de evlerin kiraya verilmesini yasakladığı aktarılır.
Söz konusu rivayeti, 5. Halife olarak da anılan Ömer b. Abdualaziz’in bu sıfatı hak edişine dair çok önemli bir anlayış ve pratik birliği/benzerliği olarak da ayrıca kaydetmek gerekir.
Emevilerin ilk dönemlerinde, özellikle Muaviye’li yıllarda inşaat sektörü Mekke’de hızla ilerler.
Belazuri’nin aktardığına göre Muaviye büyük bir hırsla gayrimenkul biriktirir, bu amaçla Mekke, Medine ve Taif’te araziler satın alır ve buralarda fetihler vasıtasıyla elde edilen esir ve köleleri çalıştırır.
Ünlü şarkiyatçı Kister’in el-Fakihi’den aktardığı ve bir anlayışın saltanat gölgesinde nasıl harcandığını aktaran şu rivayet oldukça önemlidir: ‘Hz. Aişe, Mekke’nin etrafına küçük yerleşim birimleri ve malikaneler inşa eden Muaviye’yi azarlar. Çünkü Hz. Peygamber Mekke’yi tüm insanlık için ‘açık şehir’ olarak bırakmıştı.’
Maide suresinin 97. ayetinde geçen ‘Allah, Beytu’l-Haram olan Kâbe’yi bütün insanlık için bir kıyam (sembolü) kıldı…’ ifadesinin de işaret ettiği üzere Kabe ve çevresi bir anlam dünyasının, bir kavrayış geleneğinin ve dünyaya açık şehir anlayışının sembol mekanıdır.
Onun için Mekke özeldi ve özellikle korunmalıydı.
Ancak Hz. Aişe’den eleştiri almasına rağmen, Muaviye döneminde şehrin kimliğine halel getiren, siluetine zarar veren, sosyo-kültürel dokusunu tahrip eden yapılanma süreci hızla devam eder ve dağlara kadar uzanır.
Muaviye hızını alamaz, inşaat sektörünün yanında kuyular ve kanallar açar, meyve bahçeleri üzerinden yeni ticari faaliyet alanları geliştirir. Bütün bunlar da şehirde gelir dağılımı, kabileler arası güç dengesi, zenginlik ve fakirlik ölçütleri gibi konularda yeni ilişkilere kapı aralar.
Kister’e göre Emevilerin sonraki dönemlerinde yavaşlayan bu süreç Abbasiler döneminde tekrar hız kazanır.
İktidarın, şehir, şehir hafızası, mimari, şehirlerarası ilişkiler, şehirlerin çok yönlü işlevleri gibi başlıkları bir kenara itip ruhsuz projelerle şehri kendisine, insana, tabiata ve tarihe yabancılaştırdığı bir müdahaleyi de bugün maalesef özelde İstanbul, genelde ülke sathında yaşıyoruz.
Süreç devam ettikçe iktidar illetinin yarattığı güç sarhoşluğu, kişi, grup, aile, millet, parti, ideoloji gibi güç odaklarında her şeye müdahale etme ve her şeyi en iyi bilme gibi estetik, ahlak ve epistem yoksunluğu ile hatalar yapmaya devam etmektedir.
Merhum Sezai Karakoç’un ‘Masal’ isimli şiirinde bahsettiği yedi oğuldan altıncısı kötülüğün mekânsal sembolü olarak batılı bir şehirde kültür iktidarının kucağında bulur kendisini. Zihnine bocalanan sesler, efektler, replikler, fragmanlar kendisinden geçirir. Siz buna lüks arabalar, bol maaşlar, çok yıldızlı oteller, ışıl ışıl salonlar, seçkin konuklar, sosyal medyada görünürlük, parmakla gösterilmeler, sürekli ilgi odağı olma, sınırsız hediyeler, yiyecekler, içecekler de diyebilirsiniz. Bu şatafat karşısında altıncı oğul geceyi gündüzle karıştırır, ev sokak ayırmaz; üstelik bu hali bir marifet bilmeye başlar. Tatlı zehirli sulara alışan altıncı oğul kaldırım taşlarını saymak gibi fantezileri entelektüel meşguliyet sayar. Bu aymazlık içinde debelenirken kültür endüstrisinin karanlık sokaklarında kaybolup gider.
Evet, 'tatlı zehirli suların her damlası ile çok renkli, çok katlı, çok yönlü tutkuları biraz daha içselleştiren kronik ‘iktidar’ hastaları iflah olur mu' sorusu orta yerde duruyor.
Elbette salim ve akleden bir kalbin mevcut olduğu her düşünce uzamı bu devrimci karar için daima uygun nesnel koşullar demektir.
El-hak teori böyle.
Ama gözümüzün önünden büyük bir nehir gibi akıp giden ve Marksist söyleyişle ‘kendi için’ bir hikayeye dönüşen pratik pek de öyle demiyor. |
|||
Etiketler: Tatlı, Zehirli, Sulara, Alışanlar, İflah, Olmaz, Mı?, |
|