|
|||
![]() |
Bendeki Notlar 11: ‘Şehir Sineması’ | ||
Yusuf ALİOĞLU | |||
“Hayal gücünü yakalamanın en iyi yolu gözlere konuşmaktır” diyor William Playfair.
Bu yazı belki Playfair’in hedeflediği şekilde bilgiyi görselleştiremeyecektir ama umarım paylaşılacak kareler ile hatıralarımızdaki sayfaları tekrar okumaya ve hayal gücünü güncelleştirmeye yardımcı olacaktır.
1970 ve 1980’li yılların Bingöl’ünde yaşayanlar çok iyi hatırlayacaktır. Genç Caddesi üzerinde, şimdiki Halk Pasajı mevkiinde, üzerinde büyük harflerle ‘ŞEHİR SİNEMASI’ yazan iki katlı, çatısız, kocaman bir bina vardı.
Binanın giriş kapısı, camları üzerindeki korkulukları gri renk yağlı boya ile boyanmış demir kanatlardan oluşurdu. Demir kapının sağında ve solunda bulunan bina duvarlarına monte edilmiş ve sinemaseverlerin vizyondaki filmleri takip edebileceği afiş tahtaları vardı. Tahta panoların üst çerçevesinin ortasında zemini pembeden, yazısı siyahtan dikdörtgen bir metal üzerine yazılmış olan ‘İki Film Birden’ yazısı okunurdu.
Afiş tahtasının üzerinde afişlerin oturtulduğu bolca çivi vardı. Sonra bir çividen diğerine afişleri tutan ipler gerilirdi. Filmler yenilendiğinde ayrı bir heyecan sarardı sinemaseverleri. Genellikle afiş değişimi akşam seansındaki son filmin bitmesine yakın bir saatte yapılırdı. Süresi dolan filmlerin afişleri gergin iplerden ve çivilerden kurtarılıp film kutusuyla birlikte geri gönderilirdi. Asıl heyecan ise pandoranın kutusundan çıkacak yeni filmin ne olacağına dairdi. Meraklıları, hemen her afişin en altında sabit olan ‘renkli ve sinemaskop’ yazıları eşliğinde yeni filmin afişini ve kartondan küçük resimlerini saatlerce izler, her defasında yeni bir şey görmenin umudu ve heyecanı ile aynı karelere defalarca bakar, aynı yazıyı defalarca okurlardı.
Sinemanın demir kanatlı genişçe kapısından adımınızı ilk attığınızda kararmış mozaik zeminin sol tarafında bilet gişesine, sağ tarafında ise müdüriyet’e ait küçük birer pencere vardı. Harikalar Diyarına ilk adımını atan Alice heyecanıyla oradan içeri bakmak ve olanları anlamak arzusu sinemaya gelen hemen herkesin ortak tutkusu idi. Bilet gişesinin efsunlu yanlarından biri sorumlu personelin sürekli değişmesi idi. Ama ‘Tornavida Yaşar’ lakabıyla çağrılan elemanının herkesten uzun bir süre bilet gişesinde çalıştığını hatırlatmak isterim.
Bilet gişesinden geriye doğru kaldırıma ve oradan da sinemanın iki yanına, o zaman ki adıyla Türkiye Halk Bankası olarak bilinen bankanın önüne ya da babama ait Toros Yemek ve Kebap Salonu’na doğru uzayan kuyruklar olurdu.
İlgilisine göre ulusal, milli veya devrimci sinema örnekleri için bilet kuyrukları uzadıkça uzardı.
Öğleden sonra 14:30, akşam da 18:00 ve 20:30 gibi günde en az üç seans film olur ve her seansta 2 film gösterilirdi.
Film başlamadan önce dışarıda heyecanlı bir bekleyiş ve hazırlıklar gözlenirdi. Harçlığı yetenler bitişikteki lokantada karnını doyururdu. Kısıtlı bütçesi ile etrafta seğirten sinema virtüözleri ise somun ekmek içine kuru fasulye ya da bol ekmekle içilmiş bir çorba ile ön hazırlıkları tamamlarlardı. Daha düşük bütçeliler ise yatay kestikleri ekmeğin içine lokantadaki masalardan tuz ile toz biber eker ya da sumak ile karılmış ince kıyım kuru soğanı tıkış tıkış doldurarak film boyunca büyük bir iştahla yer ve akşam yemeğini öylece kapatırlardı.
Sinemanın girişinde kaldırımın sağında ve solunda sırtını sinema duvarına yaslamış satıcılar vardı. Beş kiloluk ay çekirdeği torbasının ağzını kıvırmış, tuzlu çekirdek tümseğinin üzerine bir çay bardağı bırakmış, torbanın yanında da gazetelerden yapılmış iç içe dizili külahlarla oturan ve ‘eğlence, eğlenmeyen gence’ diye çığırarak ay çekirdeği satan çocuklar, gençler vardı. Film izlerken şimdilerin sinema seyir zevklerinden olan patlamış mısır yerine işte bu külahlardan çıtlatılan bol tuzlu ay çekirdekleri o dönem sinema salonlarının vazgeçilmez konsepti idi.
Bunun yanında, 'Tipitip' sakızları satanlar, kış mevsiminde minik sobaların üstünde o enfes kokusu eşliğinde kavurdukları kestaneleri ‘kestane kebap, yemesi sevap’ diye pazarlayanlar, diğer yanda erik, elma, aluç armut gibi meyveleri sayı ile ya da su bardağı ile satanlar ve buz dolu kaplardan kepçe ile soğuk ayran ve su satıcıları ile sinemanın önü bir panayır yeri misali renkli ve cıvıl cıvıldı. Bu doğal orkestraya ben de limonata satarak katılırdım.
Bilet aldınız mı hemen önünüzde yine demir kanatlı bir diğer kapı ve bu kapının önünde sinema ile özdeşleşmiş bir isim olan ‘Sinemacı Yaşar’ vardı. Sizden aldığı bileti yırtarak önündeki kovaya atar ve sizi şöyle bir süzdükten sonra lütfeder, içeri alırdı.
Yaşar’ın ultra viyole bakışlarından ya da x-ray kontrolünden geçtikten sonra geniş bir alanda bulurdunuz kendinizi. Bu alanda sırasıyla büfe, müdüriyet kapısı, bilet gişesinin kapısı, üst kata çıkan merdivenler ve tabi sinema salonuna açılan uzunca kalın bir perde ile örtülmüş geniş ve yüksek bir kapı vardı. Agora da diyebileceğimiz bu alanda önce duvarlara nakış gibi işlenmiş eski filmlere ait afişler sizi karşılardı. Film öncesi büfeden ihtiyaçlar karşılanır, ayaküstü değerlendirmeler yapılır ve defalarca seyredilmiş eski filmlerin afişleri üzerine bitmeyen kritikler dinlerdiniz. Her afiş izleyici için aynı zamanda 'bilgiyi görselleştiren' (William Playfair) birer hatıra malzemesi idi.
Çokça merak ettiğim müdüriyet odasına buradan, hemen girişin sağ tarafından geçilirdi. İzlediğim filmlerden çalınmış rengarenk bir dekor akmıştı sanki bu odaya. Sinemanın büyülü dünyasından kırpılmış antik bir kent gibiydi burası. Mavi zemini ile metal bir masa ve ardında derileri dökülmüş siyah renk bir koltuk. Birkaç sandalye ve asıl aksesuar olan küçük ve yeşil çelik kasa. Duvarlarda Yılmaz Güney'in en nadide resimleri. Müdür koltuğuna kurulan Kasım bey Yeşilçam'dan gelmiş bir jön gibiydi. Sigarası, geniş paçaları, uzun ve kalın favorileri ile sinemanın doğal bir aparatı gibi dururdu.
Unutmadan paylaşayım. Sinema çalışanlarının tamamının, sinema oyuncuları ile bize kapalı onlara açık ayrı bir muhabbetlerinin/hukuklarının olduğunu düşünür, söz ve mimiklerinin senaryolardan bilinçli bir yansıma olduğu inancıyla hayranlıkla izlerdim yaptıklarını. Yani beyaz perdeden öte ikinci bir sinema ile çevrelenmiş gibiydim. Senaryosu, dekoru, replikleri ve oyuncuları ile içinde olduğum bir hayal dünyası gibiydi.
Sinema büfesinin ayrı bir sihri, farklı bir albenisi vardı. Büfenin vitrinine giren yiyecek ve içecekler sanki boyut değiştiriyor, farklı bir gezegenden kırpılmış yabancı mamüller gibi daha fazla kışkırtıyordu müşterilerini.
Büfe, girişte solda; müdüriyet ise sağda idi. Büfenin yanından üst kata mozaik basamaklı merdiven çıkardı. Merdivenleri takip ettiğinizde sinemanın bir başka büyüleyen alanına uzanırdınız. Uzun film şeritlerinin takıldığı makinenin izleyenleri saatlerce esir aldığı rengarenk ışıkların kaynağı makinist odası. Bu odada Şükrü, Arif ve Nevzat beyler çalışırdı. Makinanın dinmeyen sesi, metal kutular içinde gelen 3-4 km uzunluğundaki film şeritleri, 35mm’lik film projektörleri, sık sık kopan filmler ve makinist odasındaki kömür kokusu… Sinema kompleksinin en teknik, en sofistike ve aynı zamanda en entelektüel mekanı burasıydı dense abartı olmaz kanaatimce.
Makinist odasının sağında ve solunda ise o yıllara göre hayli modern bir mekan olarak aileler için tasarlanmış, bağımsız giriş kapıları ile localar vardı. Film aralarında koridorda gördüğüm aile kareleri, zihnimdeki sinema izleğine dair en naif hatıralar arasındadır.
Tekrar film salonuna dönersek; salonun kapısında yerleri süpüren oldukça kalın bir perde vardı. Perdeyi araladığınızda başka bir gezegene adım atmış gibi olurdunuz. Karşınızda dev ekranı ile beyaz perde, sahnenin iki tarafına konuşlanmış kocaman kolonlardan yankılanan sesler, duvarlara şavkı düşen renklerin valsi ve sihirli ekranın ağlatan, güldüren, düşündüren, oyalayan, yönlendiren, su gibi akan saatleri. Salon karanlığında el yordamıyla yürürken sağınızda ve solunuzda blok halinde 15-20 kişilik tahta sandalyeleri fark ederdiniz sonraları. En öndeki sandalye grubu ile ekran arasında 8-10 metre vardı.
Filmin en heyecanlı kesitinde kopan alkış tufanı, bir protesto aygıtı olarak bitmeyen ıslıklar ve sandalyelere vurulan kola şişelerinin çıkardığı sesler doğal bir orkestra misali filmin akışını ve salonun duygu yoğunluğunu tamamlayan birer senaryo paragrafına dönüşürdü.
Bu heyecan devam eder, film bitiminde sinema önünde kotarılmış muhabbetlere, akrobasi hareketlerine ya da jön taklitlerine dönüşürdü.
Unutmadan paylaşmak istediğim bir anekdot daha var.
1980’li yılların ilk yarısıydı galiba. Önce Tarık Akan sonra da Kadir İnanır gelmişti şehre.
Cadde ve sokakların karla kaplı olduğu soğuk bir kış günü ikindi saatleri idi. Sinema sahiplerinden Yusuf Elçiçek, lokantamızda kömür sobasının etrafına birikmiş kalabalığa adını hatırlayamadığı bir aktörün Bingöl'e geleceğini söylüyordu. Halifan ya da Cizre kömürü ile ısındığımız soba etrafındaki sinema sohbeti devam ederken dükkânın önüne parke eden beyaz renkli bir araçtan Tarık Akan’ın indiğini ilk ben görmüştüm. Lokantaya buyur edilen Akan, sütlaç ikramını geri çevirmemiş biraz sonra arkasına takılan meraklı hayran kitlesiyle beraber şimdiki Kimlik Mağazasının olduğu alanda bulunan Dağdelen Oteli'ne gitmişti.
Akan, ‘Yol’ filminin bazı sahne çekimleri için gelmişti Bingöl’e.
1980’li yılların ikinci yarısında ise ‘Katırcılar’ filminin çekimi için Kadir İnanır rüzgarı esmişti şehirde...
Zihnimi bir gökkuşağı gibi çevreleyen ve dudaklarımın kenarına çocuksu tebessümler biriktiren bir diğer hatıra ise sinemaseverler arasındaki biraz da kamplaşmış Yılmaz Güney ve Cüneyt Arkın hayranlığı idi. Hayranların bitmeyen abartılı anlatımları, uydurmaları ve yakıştırmaları sokaktan sokağa, mahalleden mahalleye taşınır dururdu.
Bütün bunların gerisinde zihni yönlendiren bir sanat olarak sinemanın ideolojik aygıta dönüştürülmesinin ayrıştırıcı izlerini okuyamayacak kadar temiz ve duru olduğumuz yıllardı.
İçini dolaştığımız ve tavanı iki kat yüksekliğindeki bu salon kışlık olarak kullanılırdı. Bir de salonun sağ tarafından dışarıya açılan demir kanatlı bir kapı daha vardı. Kapıyı açtığınızda sizi oldukça geniş bir alana kurulmuş ‘yazlık sinema’ salonu karşılardı. O yıllarda yaz aylarının sıcak akşamlarındaki en büyük etkinliklerden biri, etrafı rengarenk ampullerle donatılmış ve yemyeşil çimenler üzerine dizilmiş ahşap sandalyeler üzerinden açık havada film izlemekti.
Hele ’10 Dakika Film Arası’ verildiğinde ortalık tam bir karnaval havasına dönüşürdü.
Tahtadan ve birleşik seyirci oturakları, porselen bir vazoya işlenmiş mavi laleler kadar düzgün ve senkronize idi. Etraf suda kırılan ışığın bayıltıcı ferahlığı kadar pak ve berraktı. Seyirciler arasında adeta kırmızı güllerin ruhu dolaşıyor, yüzümüzü kelebek kanadı ağırlığında rüzgarlar okşuyordu. Ayaklarımızın altında rengarenk acem halıları ve gökyüzünde parfüm şişeleri misali parlayıp sönen yıldızlara göz kırpan mesut zamanlar... |
|||
Etiketler: Bendeki, Notlar, 11:, ‘Şehir, Sineması’, |
|