|
|||
![]() |
GÖLÜN AYNASINDA ZAMAN | ||
| Hasan TOSUN | |||
Ben Bingöl’üm. Bin gölümle, bin taşımın değerinde yaşarım. Beni “şehir” diye çağırdılar, ama ben bir hafızayım. Rüzgârın kulağına fısıldadığı her ismi, karların örttüğü her hikâyeyi saklarım. Benim için zaman, dağların gölgesinde büyüyen bir çocuktur hiç yaşlanmaz, sadece susar. Yıl 1936’ydı. Bingöl. Oysa ben o zamandan çok önce vardım. Ben, dillerin değiştiği ama türkünün aynı kaldığı bir yerim. O yıllarda insanlar taş evler yaparken, ben onların kalplerindeki sözleri dinledim. Beni kuranlar toprağımı elleriyle kazdı, özümü onların kalbinde gördüm. Bir çocuk ağladığında göllerim bulanıklaşır, biri sevindiğinde dağlarım yankılanırdı. İşte ben buyum hisseden bir coğrafya. Yıllar aktı. Dağlarımın eteklerinde çocuklar doğdu; biri Zelal, biri Engin. İkisi de ışıktı; biri su gibiydi, biri rüzgâr. Ben onları göl kenarında tanıdım. Zelal çimenlere oturur, gökyüzünü dinlerdi. Engin taşlardan kule yapar, her taşın üstüne bir isim koyardı. Bir gün bana sordular: “Bingöl, biz kimiz?” Ben cevap vermedim, çünkü bazen sessizlik en doğru cevaptır. Rüzgârı üzerlerine gönderdim. Rüzgâr, dağların dilini bilir; onlara ait oldukları yeri kalplerine fısıldadı. Zaman ilerledi. Beni sevenler göç etti. Bazıları şehirlere, bazıları ülkelere, bazıları ebediyete… Ben ise kaldım göllerimin berraklığında. Her gidenin ardından bir taş soğudu, bir ot kurudu, bir yol sessizleşti. Ama çocuklarımın adımları yankılanır hâlâ. Zelal büyüyüp öğretmen oldu; çocuklara okumayı öğretirken, kalbinde hâlâ Sağyer Deresi'nin su sesi vardı. Engin uzaklara gitti; betonun arasında kayboldu, ama bir gün rüyasında gölümü gördü. Uyandığında anladı: Bir yer, sadece doğduğun yer değil; Yıllar 1980’leri, 1990’ları geçti. Ben değiştim, özüm değişmedi. Şehir oldum, betonla tanıştım, her sabah dağlarımın alnına düşen sis hâlâ aynıydı. Rüzgârın sesinde hâlâ o iki çocuğun gülüşü vardı. Sonra 2000’ler geldi. Teknoloji, beton, ışık… Ama çocuklar hâlâ göllerime taş atmayı seviyordu. Her taş, geçmişle gelecek arasında bir köprüydü. Ben her halkayı izledim, her dalgada bir hatıra gördüm. 2025'teyim. Bir sabah güneş, Karlıova'mın iki bin yedi yüz metre yüksekliğinde Şerafettin Dağları'mın Aklaşmış saçlarına yılların yorgunluğu sinmişti. Çocuklar getirmişlerdi yanlarında yeni sesler, yeni umutlar. Onları göl kıyısına götürdüm. Suların üzerinde eski bir taş, üzerinde solmuş harflerle yazılıydı: “Biz buradayız.” Zelal diz çöktü, taşın üzerindeki yosunu temizledi. Engin göle baktı,titreyen sesiyle dedi ki: “Bingöl, biz seni hiç unutmadık.” Ben rüzgârla cevap verdim: “Siz beni hatırladıkça ben varım. Çünkü aidiyet, sahip olmak değil; O an, çocuklardan biri sordu: “Bingöl nerede?” Zelal gülümsedi: “Kalbinde, evladım.” Ben o sözü coğrafyama kazıdım. Çünkü aidiyet, ne doğduğun yer, ne de yaşadığın yerdir. Aidiyet, hatırlandığın yerdir. Ben Bingöl’üm sizi hatırlayan, sizi bekleyen, sizi çağıran bir şehirim. Her taşımda bir hikâye, her gölümde bir yüz var. Zelal’in gülüşüyle, Engin’in hüznüyle ben tamamlanırım. Ve siz - çocuklar, torunlar, yeni sesler — Ben Bingöl’üm. Dağlarıma sığınan her kalp, bir hikâyedir. Göllerime düşen her damla, bir isimdir. Aidiyet, bir coğrafyanın değil, bir hatıranın mirasıdır. Ben o hatırayım. Ve siz, benim hiç bitmeyen masalımsınız. |
|||
| Etiketler: GÖLÜN, AYNASINDA, ZAMAN, | |||
|